Yedigöller
09 Kasım 2000 - Zeynep Oral -
"Cennet"ten Sevgilerle...
Bugüne dek, "İşte cennet burası olmalı" dediğim oldu... Afrika'da, Uzak Asya'da, Anadolu'da ya da Akdeniz'de... Ancak dört günden beri, içimden avaz avaz haykırmak geliyor, "Vazgeçtim, söylediklerimi geri aldım! Asıl cenneti şimdi gördüm!" diye haykırmak geliyor.
Tamam, tamam, söylediklerimden, önceki cennetlerimden vazgeçmiyorum ama bu başka!
Bu cennet, sonbahardı. Sonbahar renkleriydi...
Bu cennet doğaydı. O muhteşem doğanın içindeki insanlar, doğaya sonsuz saygılı insanlardı...
Bu cennet, ışıktı. Ağaç dallarından süzülen, sularda oynaşan, dağları boyayan , yapraklarda titreşen ışıktı... Bu cennet...
Sakin ol Zeynep, sakin ol! Şunu kestirmeden söyle! Tamam söylüyorum! Bu cennet Yedigöllerdi.
Yanıbaşımdaydı ve ben bugüne dek dünyayı dolaşmaktan burnumun dibindeki cenneti es geçmiştim. (Kendimi affetmiyorum!) Geçen hafta sonu şeytanın bacağını kırıp , Yedigöllere vardım.
Bolu'ya dek yol harika. Bolu'dan sonra döne döne, kıvrıla kıvrıla, Köroğlu Dağları, Bolu Dağları derken , tırmanmaya başlıyorsunuz. 36 kilometrelik bol virajlı, dar yolu, bir buçuk saatte alıyorsunuz. Ne gam! Vadileri, yaylaları aşarken, yol boyunca yeşilden kırmızıya uzanan renklerde ormanla kaplı dağlar önünüzde perde perde açılmaya başlıyor... Artık orman okyanuslarında yüzüyorsunuz...
Ve iki bin hektarlık bir alana yayılan Yedigöller Milli Parkı. (1965'de kurulmuş) Bir zamanların volkanik hareketleriyle , toprak kaymalarıyla , vadinin sık sık kapanmasıyla oluşan set set göller : Sazlı Göl, İnce Göl, Kuru Göl, Nazlı Göl, Derin Göl , Büyük Göl ve Küçük Göl. Her gölün (adlarından da anlaşılacağı gibi) farklı özellikleri, farklı rengi, farklı ışığı var. İrili ufaklı şelaleler, birinden ötekine akan sular, pınarlar ...
Göllerin arasında yeryüzünün belki de en zengin bitki örtüsünün ortasında buluyorsunuz kendinizi: Gökyüzünü dallarında taşıyan upuzun kayın ağaçları, asırlık meşeler... İçiçe geçmiş, sarmaş dolaş olmuş gürgen, kızılağaç, köknar, karaçam, sarıçam, porsuk... Sanki sahneye çıkmış da, üzerine spot ışığı tutulmuş ıhlamur... Gelin telleriyle süslenmiş kavak... (Müştak Erenus'un enfes şiiri dilimin ucunda: "Ve bir gelin kavak / Yapraklarında telli ışıklar / Naz bilmeden kendini güne veriyor.")
Limon sarısı, safran sarısı, altın sarısı, saman sarısı, buğday sarısı, tütün sarısı... Kahverengi, turuncu, mor, kırmızı ve yeşilin bin bir çeşidi...
Ayaklarınızın altında bütün bu renkler, başınızın üstünde bütün bu renkler...Günün her saatinde, her dakikasında değişen ışığın peşinde sürüklenirken, hangisi gerçek, hangisi sulardaki yansıma, inanın, ayırt edemiyorsunuz.
Ne desem o görüntü zenginliğini anlatamam ama milli parkı dolduran muhteşem insanları anlatmaya çalışabilirim. Muhteşemlik, doğaya ve birbirilerine duydukları saygıdan ve sevgiden doğuyor.
Cumartesi , pazar, iki gün içinde, iki bin hektarlık alanda bir çöpe, yere atılmış bir kağıt , bir boş konserveye, rüzgarda uçuşan bir naylon torbaya rastlamadım.
Televizyon yoktu, radyo yoktu, telefon yoktu. Ha bire çalan cep telefonları yoktu.(Orda çalışmıyor.)
Avaz avaz haykıranlar, bağırıp çağıran babalar , çocuğunun etinden et koparan anneler, ciyaklayan çocuklar , eşşek şakası yapan gençler, anıra anıra gülen magandalar yoktu. Otomobilini, motosikletini toprak yollarda şaha kaldırıp, ortalığı toz dumana boğan züppeler, "buranın nesi meşhur, ne satın alabiliriz?" diyen görmemişler yoktu. Mal mülk, şan şöhret, sermaye sergileme durumu yoktu.
Otel yoktu, butik, dükkan, bakkal, gazete bayi yoktu.
Bütün bunlar yoktu. Ama çoluk çocuk, genç yaşlı insan doluydu. Yalnızca doğanın tadını çıkarmak isteyen insanlar vardı. Yürüyüş yapan, dağlara tırmanan, ağaçları, bitkileri inceleyen ve fotoğraf çeken insanlar... İlk kez bu kadar çok insanı fotoğraf çekerken görüyordum. Tüm fotoğraf kulüplerinin , derneklerinin buluşma yeriydi. Doğanın her köşesi "Beni de çek, beni de çek" der gibi poz veriyordu...
Geceyi geçirmenin tek yolu çadır kurmaktı ya da Orman Bakanlığına ait iki küçük, alçak gönüllü misafirhaneden yararlanmaktı. Suyu, pınarlardan , çeşmelerden alıyordunuz. Yiyeceğinizi yanınızda getiriyor, ateş yakma yerlerinde pişiriyordunuz. Satın alınabilecek tek şey , alabalık üretme çiftliğinden alınan alabalıklardı...
Gündüz cümbüş yapan renklerden , haykıran yapraklardan, coşan ışıktan sonra, akşamla birlikte ortalığı büyük bir sessizlik kapladı. Göllerin arasında, ağaçların arasında ateşler yandı. Bir ateşten öteki ateşe belli belirsiz türküler, şarkılar duyuldu. Ama kimsenin sesi, ötekininkini ezmedi, sindirmedi... Benim yanaştığım ateşin etrafında, Lazca, Azerice şarkılar söylendi, Nazım'dan, Behçet Necatigil'den, Atila İlhan'dan, Can Yücel'den şiirler okundu. (Onları tanımıyordum. Şişe açacağı istemek için yanaşmıştım, ayrılamadım. Gecemi aydınlattılar.)
Güneşin doğuşunu, ışığın bir tepeden öteki tepeye, ağaç ağaç, yaprak yaprak ilerlemesini yakalamak isteyenler, sabahın yedisinde yürüyüşe çıkmışlardı bile... Ve birbirlerini hiç tanımayan insanlar, karşılaştıklarında gülümseyerek, birbirlerine "günaydın " diyordu. Çok alçak sesle...Belki yanından geçtiğimiz şu çadırda uyuyanlar, henüz uyanmamıştır...
Yedigöller'de , kainatın ve ülkemin tüm pisliklerinden arındığımı sandım...
Paylaş
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Zeynep Oral
Gazeteci , yazar, feminist, İnsan Hakları savunucusu, Barış eylemcisi, STK (Sivil Toplum Kuruluşları) bağımlısı; çok sesli, çok renkli yaşam tutkunu… Halen Cumhuriyet Gazetesi yazarı ve PEN Türkiye Yazarlar Derneği Başkanı.
Arama Yapın
Kategoriler
EdebiyatTiyatro
Plastik Sanatlar
Kadın Olmak
Memleket Hali
Müzik
Sinema
Çevre
Tüm Kategoriler