Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali'nde iki olay oyun: 'Şeytani Komedya' ve 'Dava'
21 Mayıs 2010 - Zeynep Oral -
Tiyatro yapmanın binlerce ve binlerce yolu olduğunu Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali, her seferinde bana yeniden anımsatıyor. Tam artık tiyatroda beni hiçbir şey şaşırtamaz derken, “Güm!” yeniden sarsılıyorum! Geçen hafta izlediğim iki yabancı oyundan söz etmek istiyorum.
Dünkü yazımda (Mustafa Balbay’a yazdığım mektupta Kafka’nın "Dava" oyununu "Müthiş bir prodüksiyon, olağanüstü bir olay, eşine ender rastlanan bir tiyatro şöleni" diye tanımlamıştım. İzlediğim oyunla yaşadığımız gerçekler arasındaki gidip gelmiş, çağrışımlar üzerinde durmuş, ancak tiyatro faslına girmemiştim. Şimdi bu eksikliği gidermeye çalışayım:
BÜYÜK GÖZALTI VE TUTUNMAYA ÇALIŞMAK
Banka memuru Joseph K’nin tutuklanmasıyla başlayan, neyle suçlandığını öğrenme çabasıyla süren üç saatlik oyun, dâhi bir yönetmen ve tasarımcı Matthias Günther ile Münchner Kammerspiele Topluluğu’nun eseriydi.
Sahnenin gerisinde kocaman bir göz. Derinliği olan bir göz. O derinlik bir girdap, bir dipsiz kuyu, ucunda ışık olmayan bir tünel… O gözün ortası da, yani gözbebeği de, bakmayın dikey durduğuna, o da sahnenin devamı… Yani dönüp duran düz duvarda oynanacak oyun.
Sahnedeki sekiz oyuncunun her biri Joseph K ve çevresindeki öteki rollere girip çıkarak "başrol, star" efsanesini yerle bir ediyor!
Sekiz oyuncunun hepsinde aynı siyah takım elbise, aynı saç biçimi, aynı makyaj… Bir tornadan çıkmış gibi. Biraz 20. yüzyıl başı, biraz Şarlo! Hepsinin her role girmesi, aynı kılıkta olması anonimliği vurguluyor. Olanlar her an hepimizin başına gelebilir duygusu! Tipler hep erkek, kadınlar da, kadın oyuncular da… Evet erkekler dünyası bu!
Gözün içinde dikey sahne dedim. Düz duvarda nasıl yürür, nasıl yaşar, nasıl yere basar insan? Joseph K’nin, ayakta durabilme, düşmeme, kaymama, yok olmama çabası… Mekânlar değişti ama kayganlık, o her an tepetaklak olma riski, düşme, ezilme riski değişmedi….
Hem dikey, hem yatay aks üzerinde dönen tünelin içindeki, gözün içindeki o sahnede sekiz usta mı usta oyuncu, bir an olsun beden dilini, yüz dilini, ses dilini, göz dilini, benimsedikleri biçemi, tavrı, "gestus"u terk etmeden hayata (ve de sahneye) sımsıkı tutunmaya çalıştı.
Hem çok gülünç, hem insanın içini acıtan anlar birbirini izlerken gerilim bir an olsun azalmadı. Dönen çarkların acımasızlığını her an ense kökümüzde duyduk.
Baş döndürücü bir koreografi, Kafka’ya harika denk düşen şiirsel bir sahne anlatımı ve sahnedeki mükemmellik büyüleyiciydi. Bundan böyle Kafka’nın "Dava"sını, bu oyunu düşünmeden anamayacağım!
ŞEYTAN MI, MALKOVİÇ Mİ?
Daha baştan tanımlanmıştı: "Şeytani Komedya- Bir Seri Katilin İtirafları" , bir barok orkestra, iki soprano ve bir oyuncu için yazılmış bir sahne performansıydı.
Gerçek bir olaydan kaynaklanıyordu. Avusturyalı seri katil Jack Unterweger’in yaşamı. Kadınları baştan çıkaran sonra da öldüren Don Juan… Yolculuklara çıkan, gazeteci… Kitabının çok satması için piyasa kurallarına uyan yazar… Kendini asarak bitirdiği yaşam öyküsü…
Bu öykü, barok operaların (17. - 18. yüzyıl) soylu sınıfın "yüksek duygularına", "asil hislerine" tercüman olan, müthiş gösterişli, bol süslemeli opera aryaları eşliğinde ve aracılığıyla sunuluyor. Gluck, Boccherini, Vivaldi, Haydn vb.
Sahnede şef Martin Haselböck yönetiminde Viyana Akademi Orkestrası… Sahnede katil/yazarın yaşamına giren tüm kadınları simgeleyen iki usta soprano Aleksandra Zomojska ve Bernardo Bobra… Sahnede sanki hiç "oynamıyormuş gibi" oynayan, minicik nüansların hakkını veren oyuncu, John Malkoviç…
Şef, sopranolar ve oyuncu sürekli birbirine müdahale edip "oyunun" içine ve dışına çıkıyorlar… Birbirinden ilginç anlar, unutulmayacak sahneler ve de çok statik, durağan anlar birbirini izliyor. ("Yazarlıkta daha çok kan, daha çok satış" faslı muhteşemdi!)
Bu olayda beni en rahatsız eden şey kadına yönelik şiddetin ön plana çıkmasıydı!
En çok ilgimi çekenler ise: Katil /yazarın şiddet eylemlerinin, kadınlar kadar, tüm çevresine, yayıncısına, okurlarına karşı duygularının didiklenerek irdelenmesi… Taa çocukluktan anneyle ilişkilerinden başlayıp, hatıralarla yol alınması… Bunları parçalara ayırıp, yeniden kurgulanması… Şiddet eyleminin öncesinde ve sonrasında tam da "cuk" oturan melodramatik aryaların yer alması… Aryaların sözleriyle sahnedeki eylemin uyumu ve de çelişkisi… Ve daha nice ayrıntı… Adeta bir “postmodern” performans…
Daha sonra "Malkoviç uyuzunu kaşıdı gitti", "oynamadı, okudu" , "ilkel okuma" gibi çok seviyeli (!) yorumlar, "Malkoviç İstanbulluları kandıramadı"; "İstanbullu kerizleri avladı" gibi, ulusal ve kentsel "onurumuzu"(!) kurtaran, yazılar görünce gülmeye başladım.
Malkoviç, 11 Mayıs’ta Luxembourg, 12 Mayıs’ta Brüksel, 13 Mayıs’ta Paris Operası’nda, yani üç gece peş peşe oynadıktan sonra 14’ünde İstanbul temsilini vermişti. O gece Lütfi Kırdar'da tek boş yer yoktu. Ve oyun bittiğinde ortalık alkıştan inliyordu! Ertesi sabah Hamburg’a uçup, orada oynayacaktı! Ne diyeyim….
John Malkoviç’le oyundan sonra bol bol konuşma olanağım oldu. Alçakgönüllülüğü, müzik, opera ve edebiyat tutkusu, kültür birikimi en az oyunculuğu denli büyüledi beni.
Cumhuriyet- 21 Mayıs 2010
Paylaş
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Zeynep Oral
Gazeteci , yazar, feminist, İnsan Hakları savunucusu, Barış eylemcisi, STK (Sivil Toplum Kuruluşları) bağımlısı; çok sesli, çok renkli yaşam tutkunu… Halen Cumhuriyet Gazetesi yazarı ve PEN Türkiye Yazarlar Derneği Başkanı.
Arama Yapın
Kategoriler
EdebiyatTiyatro
Plastik Sanatlar
Kadın Olmak
Memleket Hali
Müzik
Sinema
Çevre
Tüm Kategoriler