Tiyatro dolu dizgin...
23 Mayıs 2008 - Zeynep Oral -
Konumuz Uluslar arası İstanbul Tiyatro Festivali... Ama önce birkaç dakikanızı, bu köşede yer alan fotoğrafa ayırmanızı istiyorum.
Bana konusu "Köfteci " olan bir elektronik posta aracılığıyla geldi. Fotoğrafın altında şöyle yazıyordu:
"Köfteci....!!! Sözün bittiği bir yer daha...!
Bu bir sanat fotoğrafı değildir, Türkiye'de sanata verilen değerin fotoğrafıdır...
Devlet tiyatrosunun elinden alınan tarihi sahnesinin, tabelasının bile indirme gereği duyulmadan köfteci dükkanı haline getirildiğinin fotoğrafıdır...
Yorumlarınız için paylaşımınıza sunuyorum...
KÜLTÜR KENTİ İSTANBUL......"
Bu fotoğraf pek yorum gerektirmiyor. Ancak benim için, sadece sanata verilen değeri göstermekle de kalmıyor. Bu fotoğraf aynı zamanda insanların ne denli hoyrat, birbirlerine, çevrelerine, içinde yaşadıkları ortama, mekana, sokağa, kente ne denli hoyrat, acımasız olabildiklerini gözler önüne seriyor. Haydi yapı sahibinin, oryaı köfteciye kiralayanın, belediyedeki yetkililerin aklına gelmedi diyelim Devlet Tiyatrosu Taksim Sahnesi tabelasını indirmek! O sahnede yıllarca alkışlanmış sanatçılar da mı hiç tedirgin olmadılar. Onlar da mı bu vurdum duymazlığın, kaba sabalığın, bu duygusuz ve duyarsız dünyaya katılıverdiler???
Tüm oyunlara büyük ilgi
Bu yıl UlLuslararası Tiyatro Festivali'nde yerli prodüksiyonlar ağırlıkta. Sıra dışı oyunlar, performans sanatı, dans tiyatrosu, farklı yöntemler, sınırları aşma çabası, bilinmeyene yolculuklar, farklı alanlar arasında köprüler, ilişkiler kurma çabası, plastik sanatlara, mimariye, enstelasyona uzanma... Öncelik bunlarda...
Hani her fırsatta tiyatrodan nefret ettiklerini söyleyen ve yazanların sık sık kullandığı, "tiyatro bitti, tiyatro öldü" nakaratları var ya... Keşke fildişi kulelerinden çıkıp, şöyle bir bakıverseler çevrelerine. Festivalde tüm oyunlara büyük ilgi var. İzleyiciler büyük bir çoğunlukla gençlerden oluşuyor. Her gittiğim oyunda en yaşlı benim! Her temsilde kıpır kıpır, dinamik, tartışmaya açık insanlar...
Çoğu temsilin biletlerinin tükendiğine bakmayın. Fazladan temsiller kondu. Üstelik, hemen hemen her temsilde son dakika boş kalan yerlere mutlak kapıdaki izleyicilerden alınıyor. Yani illaki görmek istediğiniz bir oyun varsa sakın vazgeçmeyin, son dakikaya kadar şansınızın deneyin.
Festivalin ilk haftası bitti. İkinci haftaya giriyoruz. İkinci haftanın ağır topları yabancılar: Kısaca anımsatayım: Çağdaş dans tarihine imzasını atmış William Forsythe'ın İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine yolladığı selam... Fanny Ardant'lı Marguerite Duras şiiri/ oyunu "Ölüm Hastalığı"... Litvanyali "dahi-yönetmen" Nekrosius'un, Avrupa ülkelerinde bol ödül toplamış oyunu " Faust... Üçü de kaçırılmayacak oyunlar!
Festivallerin benim için en sıkıntılı yanı, istediğiniz her şeye yetişememek! Örneğin dün gece Murathan Mungan'ın "Geyikler Lanetler" oyununu, İtalya'nın usta topluluğu Arca Azzura Tiyatrosu tarafından sahnelendi ve İtalyanca oynandı. Tek temsil! Aynı saatlerde Trabzon'da konuşmam vardı! Aynı gün ve saatte farklı yerlerde bulunabilmenin yolunu keşfetmeliyim!
İstanbul'da bir Dava
İlk haftanın oyunları içinde üzerinde durmak istediğim Kafka'nın eserinden yola çıkarak, Kerem Kurdoğlu'nun yazıp yönettiği "İstanbul'da bir Dava".( İlk hafta oyunlarının tümünü izlemediğimi belirtmeliyim. O çok etkileyici, herkesin görmesi gereken "Sivas 93" e ilişkin düşüncelerimi daha önce yazdığım için yeniden ona dönmüyorum)
Oyuna ilişkin beni en çok etkileyen birkaç noktayı vurgulayacağım:
İlk nokta söylenmeden ortaya konan Faşizm olgusu: Kerem Kurdoğlu, Kafka'nın "Dava" romanını, İstanbul kentine "adapte" etmiyor, uyarlamıyor, kişileri yerlileştirmiyor; oyunu yazarken, sonsuz özgür davranıyor, atır aralarını konuşturuyor; gerçekleştirdiği soyut sahne düzeniyle de hem her yerde, hem İstanbul'da geçen yeni bir kurgu gerçekleştiriyor... Oyunu izlerken sanki hem romanı izliyordum ama asıl Türkiye'de (ve de İstanbul'da) yaşadığımız, yaşanmakta olan faşizm olgusunu izliyordum...
Şaşılası bir biçimde, tüylerim ürpererek suç, suçlu, ceza, vicdan, ahlak, hak, hukuk, adalet kavramlarının nasıl manipüle edildiğini, nasıl tehdit unsuru olarak kullanıldığını, suç ve suçluya karşı tepkilerin korkunçluğunu, bir anda "ötekileştirdiklerimizi" izliyordum. İşin içine Medya, gazeteciler bile giriyordu... Hatta zaman zaman faşizmi ne denli kanıksamış olduğumuzu görüyordum...
Yaşadığımız durumlara "cük oturan" denk düşen bir atmosfer...
İkinci önemli nokta: Bu oyun bir müzikal. İmre Hadi'nin müziği buram buram İstanbul kokuyor, İstanbul esiyor, İstanbul'u gözlerimin önüne yüreğime seriyordu. Ama belki de en önemli nokta bütün o baskı, tehdit, ceza, karabasan durumlarının hep şarkı ve dansla "verilmesiydi. Ah işte yaşamda da öyle değil mi: Güneydoğu'da şu kadar insan ölürken aynı anda "Çalsın sazlar oynasın kızlar" havasında değil mi bu ülke. O sabah programlarına bakın: Bir an acılar içinde kıvranırken, ikinci an fırlayıp göbek atmıyor mu millet...
Kerem Kurdoğlu çok şanslı. Naz Erayda'nın hareketli, işlevsel, görsel etkinliği güçlü sahne tasarımı, dünyanın her yeriyle İstanbul'u kaynaştırırken; hafif retro kostümleri İstanbul müziğini bütünlüyor. Çok şanslı, çünkü ne yaptıklarını bilen harika oyuncuları var : Usta bir anlatıcı Derya Alabora, çeşitli rollere girip çıkan Köksal Engür, Yiğit Özşener, Ayça Damgacı, Roza Erdem ve oyunculuğuna ilk kez tanık olduğum, sesini harika kullanan Güvenç Dağüstün.
Kafanıza vurulmuyor. Tiyatroyla düşünüyor, tiyatroyla eğleniyor, tiyatroyla acı acı gülümsüyorsunuz. Kendinize ilişkin, çevrenize, ülkenize, dünyaya ilişkin sorularınızı çoğaltıyorsunuz!
Eh, insan daha ne ister ki hayattan!
Cumhuriyet- 23 Mayıs 2008
Paylaş
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Zeynep Oral
Gazeteci , yazar, feminist, İnsan Hakları savunucusu, Barış eylemcisi, STK (Sivil Toplum Kuruluşları) bağımlısı; çok sesli, çok renkli yaşam tutkunu… Halen Cumhuriyet Gazetesi yazarı ve PEN Türkiye Yazarlar Derneği Başkanı.
Arama Yapın
Kategoriler
EdebiyatTiyatro
Plastik Sanatlar
Kadın Olmak
Memleket Hali
Müzik
Sinema
Çevre
Tüm Kategoriler