'Sutra': Ruh ve bedenin uyumu...
04 Haziran 2010 - Zeynep Oral -
Dünyanın çağdaş dans mabetlerinden biri olan Londra’daki Sadler’s Wells Tiyatrosu’nda, bundan iki yıl önce “Sutra” adlı temsil ilk kez gösterildiğinde, anımsıyorum yer yerinden oynamıştı. O gün bugün, Avrupa’nın tüm anlı şanlı festivallerini dolaşan eser, 2009’da Avrupa’nın önde gelen “Balet-Tanz” dergisi tarafından yılın olayı seçildi. İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali’nde verdikleri iki temsille İstanbul izleyicisini de büyüledi.
KÜLTÜRLER BULUŞMASI
Olayın mimarı yönetmen ve koreograf Sidi Larbi Cherkaoui Belçikalı anne, Faslı babadan doğma. Dans geçmişinde Martha Graham ve Jose Limon ile “çağdaşlık” konusunda aydınlanmak var… Alain Platel’in yanında uzmanlık var… Ustalara hayranlık ve etkilenme var: Pina Bausch’dan (sahnedeki insan ilişkileri); Trisha Brown’dan (hareket ve anatomi); William Forsythe’dan (matematiksel yapı)…
Olayın tasarımcısı, Turner Ödülü sahibi İngiliz heykeltıraş Antony Gormley.
Müziği besteleyen Polonyalı Symon Brzoska.
Dansçılar: Çin’in Henan eyaletinde, (kökleri Hint rahiplere uzanan) Shaolin Budist Tapınağı’nda yaşayan, Kung Fu, gölge boksu ve Tay-Çi gibi dövüş ve savunma sanatlarında uzman 17 keşiş…
Bu farklı kültürlerin buluşmasından ortaya çıkan “Sutra”, geleneksel olanla çağdaş yaklaşımı buluşturuyordu. Devinim ve tasarım ile müziği; ayinle gösteriyi; Doğu ile Batı’yı buluşturuyordu. Ama ayni zamanda ironik ve mizahi bakışla klişeleri yıkıyor ve sahnede farklı bir gerçeklik yaratıyordu.
Sidi Larbi de oyun boyunca sahnede. Çocuk keşişi izleyerek ötekilerin arasına giriyor, çocuktan öğreniyor, Batılı bir gözlemci gibi izliyor, keşişlerden biri olmaya çalışıyor, etki-tepki, kaçma-kovalamaca, av-avcı, yalnızlık-kalabalık; ötekileştirme, kavga-dayanışma, gerçeklik-düşsellik, doğa-doğa dışılık arasında nice çelişkiler ve uyum arayışı arasında “oyuna” katılıyor.
DENGE USTALIĞI
Antony Gormley’in tasarladığı doğal açık renk ahşap, 20 kadar kutu insan boyunda. Sanki kapaksız birer tabut… Keşişler onların içinde yaşıyor, ölüyor, yeniden doğuyor, rahip kılıklarını çıkarıp kentli çalışanlara dönüşüyor. Ama o kutular aynı zamanda bir araya gelip dağ, tapınak, saray oluyor; ayrılıp sütun oluyor, yan yana sıralanıp sınır oluyor, üst üste binip yüksek duvar oluyor. Kutular sadece işlevsel değil, sahnenin estetiğini de oluşturuyor! Keşişler kutuların içinde dışında, üstünde, altında… Kimi zaman onlar da sanki hareket eden heykeller…
O her an yeniden yaratılan, var edilen, yeniden şekillendirilen ve anlamlandırılan sahnede beni en çok etkileyen şunlardı: Sonsuz bir denge ustalığı… Çarpıcı bir risk alma cesareti… İçsel dinginlikle dışavurulan enerjinin birlikteliği, bütünlüğü… Kısacası ruh ve bedenin bütünlüğü…
VOZNESENSKİ: ARTIK O BİR GEZEGEN
Daha dün gibi gözümün önünde: Tarık Akan, Ali Özgentürk, o ve ben İstanbul’da Pera Palas’ta derin sohbetlere dalmışız… Ali ve Tarık daha çok Nâzım Hikmet’le ilgili anılarını anlatsın istiyorlar, benim aklımda fikrimde ise onun en sevdiğim şiir kitabı “Oza” (Ada Yayınları)…
O Rus edebiyatının çok ünlü, çok sevilen, ama aynı zamanda yönetimlere en kafa tutan (Sovyet döneminde bir türlü Komünist Partiye üye olmayan) en cesur şairlerinden biri Andrey Voznesenski…
1994 yılındaydı. Uluslararası Birinci Nâzım Hikmet Şiir Yarışması jürisi olarak İstanbul’a gelmişti. Nâzım Hikmet Vakfı’nın o yılki şiir ödülü Adonis’e verilecekti.
Rus şiirine yeni bir soluk getiren, dilde araştırmalara giren, sokak diliyle felsefi düşünceyi buluşturan, aşkı sevgiyi eşsiz bir biçimde yücelten Andrey Voznesenski’nin 60’lı yıllarda kendi ülkesinde “sakıncalı” sayılıp, kitlelere yüksek sesle şiir okumasının yasaklandığı olmuştu… Ancak İstanbul’daki konuşmalarımızda, Sovyet sistemine değil, sosyalizmi yozlaştıran karşıdevrimcilere ateş püskürdüğünü “eskiden politik sansür vardı ama şimdi daha beteri, ekonomik sansür var” deyişini unutmuyorum… Rus şiirine yeni bir soluk getiren, dilde araştırmalara giren, sokak diliyle felsefi düşünceyi buluşturan, aşkı sevgiyi eşsiz bir biçimde yücelten Andrey Voznesenski’nin 60’lı yıllarda kendi ülkesinde “sakıncalı” sayılıp, kitlelere yüksek sesle şiir okumasının yasaklandığı olmuştu… Ancak İstanbul’daki konuşmalarımızda, Sovyet sistemine değil, sosyalizmi yozlaştıran karşıdevrimcilere ateş püskürdüğünü “eskiden politik sansür vardı ama şimdi daha beteri, ekonomik sansür var” deyişini unutmuyorum…
Nâzım’la Pasternak’ın evinde tanışmasını anlatmıştı: Kadehler Nâzım için tokuşturulurken Pasternak’ın Nâzım’ı “Devrimin ateşi”, “devrimin güneşi” diye övgülerinden Nâzım’ın ne denli sıkıldığını onun kulağına eğilip “kadeh konuşmasını bıraksa da şair olarak konuşsa” diye fısıldayışını… O çok soğuk geceye, Nâzım’ın atletinin içine gazete sarıp sokağa çıkışını… Sonraki günlerde sık sık buluşmalarını… Vera’ya olan aşkını ona açtığında, “Kalbinin sesini dinle Nâzım” deyişini…
O gece beni kırmayıp hem “Goya”, hem “Oza”dan bölümleri gürül gürül akan bir sesle Rusça okumuştu… Dün gazetemizde okudum 77’sinde aramızdan ayrıldığını. Artık o kitaplarda, anılarda, fotoğraflarda yaşıyor. Bir de adı verilen gezegende. Işık içinde kalsın…
Cumhuriyet- 4 haziran 2010
Paylaş
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Zeynep Oral
Gazeteci , yazar, feminist, İnsan Hakları savunucusu, Barış eylemcisi, STK (Sivil Toplum Kuruluşları) bağımlısı; çok sesli, çok renkli yaşam tutkunu… Halen Cumhuriyet Gazetesi yazarı ve PEN Türkiye Yazarlar Derneği Başkanı.
Arama Yapın
Kategoriler
EdebiyatTiyatro
Plastik Sanatlar
Kadın Olmak
Memleket Hali
Müzik
Sinema
Çevre
Tüm Kategoriler