Rumeli Hisarında bir mucize "Nazım'a Armağan", seyircilere armağan oldu...
27 Mayıs 2002 - Zeynep Oral -
Rumeli Hisarı bir baştan öteki başa, en alt sıradan en tepeye, tıklım tıkış doluydu. Yalnız taş sıralar değil, otların üstü, ağaçların altı da doluydu.
Şükran Güngör ve Tankred Dorst'a "Onur Ödülleri" verilmiş, Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali'nin yaşamasını sağlayan sponsorlara teşekkür plaketleri sunulmuştu. Sonunda tüm ışıklar sönmüş, beklenen an gelmişti.
Rumeli Hisarı'nın büyüleyici havası... Gökyüzünde yıldızlar... Burçların tepesindeki aydınlık... Uzaktan geçen vapurların sesleri ve ışıkları... Soluğunu tutmuş bin beş yüz kadar izleyici...
Soluklar tutulmuştu, çünkü ilk kez Türk tiyatrosunun her biri kendi başına "yıldız" olmuş, tiyatromuzun "Diva"ları diyebileceğim , yorumculuğu yaratıcılığa dönüştürmüş sanatçıları bir arada izleyecektik.
Önce seslerini duyduk, sonra onları gördük. Sesleri, karanlıkta yanı başımızdaydı. Fısıldayarak Nazım Hikmet'in dizelerini okuyorlardı. Hisarın dört bir yanından, merdivenlerinden aşağıya sahneye inerken , sanki bir ayine tanıklık ediyorduk. Hemen belirteyim: Bilge Mestçi'nin kostüm tasarımı daha ilk andan bu ayin havasını yoğunlaştıran , sonuna dek etkileyici olan, çok işlevli , müthiş görkemliydi.
Ayin başlamıştı: Güneşe akın vardı ve güneşin zaptı yakındı.
Sahneye indiler , güneşi, ateşi, suyu, havayı yaratıp , sahneyi ve bizi zaptettiler .
Yıldız Kenter müthiş bir fenomendi. Her zamankinden bin kat daha çok kendisiydi. Yıldız Kenter'di. Rol yapmıyordu. Ama aynı zamanda tepeden tırnağa Nazım Hikmet'ti. Elleriyle, ellerimizi isyana kışkırtıyordu.
Jülide Kıral, kadronun en genç oyuncusu, bir ateş parçasıydı. Gökyüzüne uzanan merdivenlerin tepesinde , kızıl yelkenlerle yarışıyordu. Özellikle Şeyh Bedrettin'de , toprağı ve sıcağı içinde taşıyordu.
Zeliha Berksoy , tüm birikimini sesine,bedenine, yüzüne yüklemişti. Bilgelikle geçiyordu rolden role. Taranta Babu'nun kara Afrika'sından, su kenarındaki yıldızlı gecelere uzanırken sevgiyi ve direnişi oyunculuğunda buluşturuyordu...
Işık Yenersu. : Duru, berrak pırıl pırıl bir su gibiydi. Akıyordu, kayıyordu hapisliğin, aşkın, acının , özlemin , yalnızlığın arasından. Duygu yüklü sesine yeryüzünün tüm aşklarını yerleştirmişti. Bir isyan bayrağı kadar güzeldi.
Tilbe Saran olağanüstüydü. Söylediği her sözcük, kendi anlamının çok daha ötesinde anlamlar taşıyordu. Yaptığı her hareket , her duruşu, her bakışı izleyiciyi kendisine kenetliyordu. Duyguları elle tutulur kılıyordu.
Ayla Algan : Oyunun her anında sahnedeydi. Tavırlarıyla , varlığıyla, duruşuyla, bakışıyla meydan okur gibiydi. Ama aynı zamanda tüm kadroya kanat germiş bilge bir ana gibiydi. Nazım'ın annesi Celile Hanım'dı. Hapisteki açlık grevindeki oğlu için imza istediği andan sonraki bölüm, tüm oyunun en etkili anlarını yaşatacaktı izleyicilere.
Sema: Şaşırtıcı sesini, yeteneğini , şarkı söyleme biçimlerini , bu oyunun hizmetine sunması , hiç kuşkusuz yönetmenin ve biz izleyicilerin mutluluğuydu. Savaşın acımasız seslerinden, barışın umudun sesine, "Şu Varna deli etti beni"lere uzanan bir gökkuşağı sundu.
Zuhal Olcay: tek sözcükle mükemmeldi. Fazıl Say bestesi "Memleketim, memleketim, memleketim" şarkısında mükemmeldi. Ama içime yerleşen bir "keşkeyi bir türlü aklımdan kovamadım. Keşke o da oyuna taa en başından katılabilseydi...
Zeynep Tanbay : Yalnız kendi danslarının değil tüm oyunun koreografisini üstlenen... Şiiri dansa, dansı şiire dönüştüren.... Müziği ve sözü bedenin hareketiyle bütünleyen , daha doğrusu bedeni , müzik ve söz gibi kullanan... Yaratıcılığı , sonsuz duyarlı bir estetik anlayışıyla bütünleyen bir sanatçı... "Akrep gibisin kardeşim"deki doğa üstü tavır ; Ruhi Su'nun sesiyle "Kadınlarımız" daki zengin görsellik (resmen kağnıları, dönen tekerleri, ve kadınlarımızı gördüm) , Tarık Öcal bestesi "Tahir'le Zühre Meselesi"ndeki duygu ve düşünce yoğunluğu, oyunun unutulmaz anlarını oluşturacaktı.
Tarihi buluşma
Yukarıdaki sıralamada , yaş , alfabe, oyunculuk , önem sırası değil, oyunun geneline damgasını vuran sonuncu isim dışında , oyunun akışını izledim. Ancak ikişer cümleyle verdiğim ipuçları sizi yanıltmasın. Oyunun her anında, herkes hem Nazım Hikmet'ti hem de bir anda herkes bir başka kişiydi...
Oyunun temasal akışı şöyleydi: "Otobiyografi"yle başlayıp, Kurtuluş Savaşı, emperyalizme karşı tüm savaşlar , hapislik, Piraye'ye mektuplar, Münevver'e şiirler, oğul hasreti, memleket hasreti, barış özlemi ve daha güzel bir gelecek umudu....
Ve Genco Erkal: Bu dokuz insanı bir araya getiren, metni, kurguyu, sahneye koyuşu üstlenen , aynı zamanda oynayan, işin mimarı, oydu. Eşsiz bir orkestra şefiydi.. Farklı disiplinlerden, farklı birikimlerden gelen bu dokuz insanı bir araya getirmesi bile mucizeydi. (Aslında on olacaktı- yazık ki, Gülriz Sururi ayrıldı)
Metin Deniz'in RumeliHisar'ın doğal görüntüsüne, renk, coşku ve umut katmaya yönelik sahne tasarımı işlevseldi.
Selim Atakan'ın evrensel ve geleneksel renkler taşıyan müzikleri çok etkileyiciydi.
İçime yerleşen keşkeler elbet vardı: Keşke bu ayin, ritüel havası, sonuna dek sürdürülseydi... Keşke daha ekonomik anlatım biçimleri seçilseydi... Keşke daha incelikli seçimlerle, sahnelemede kimi tekrarlardan ve kimi klişelerden arınılsaydı... Ama bu bir eleştiri yazısı değil, önceki akşamı sizlerle paylaşma yazısı...
Bence önceki akşam Rumeli Hisarında tarihi bir buluşma yaşadık. Bir daha tiyatromuzda bu kadar önemli ismi bir arada görebilir miyiz bilmiyorum. Oyunu kah gülerek kah ağlayarak izledim. Ama beni en çok duygulandıran , sahnedeki on sanatçının (9 Diva ve Genco Erkal'ın) koroda sıradan bir "nefer" olmakla, "Star"lığın en doruğuna ve görkemine tırmanmak arasında hiçbir ayırım yapmamalarıydı.
Yaşamım boyunca asla unutmayacağım bir sahne , önceden tasarlanmamış şu sahne olacak: Oyunun sonlarına doğru Zuhal Olcay'ın mikrofonu bozuldu. Sesi duyulmuyor! Eyvah şimdi ne olacak. Ben oturduğum yerde panikten ölebilirdim! Ne mi oldu? Mikrofonun bozulduğunu ilk fark eden Işık Yenersu, Zuhal Olcay'a doğru yürüdü, ona sarıldı , kendi boynundaki mikrofondan yararlanmasını sağladı, sonra Sema, sonra ötekiler... Tasarlanmamış bir mizansendi... Aralarındaki dayanışma , duygu beraberliği görülecek (hissedilecek) bir şeydi . Oyun sona erdiğinde millet ayağa fırlamış bu tarihi buluşmayı ayakta alkışlıyordu.
Bence "Nazım'a Armağan" , büyük şairden çok , biz izleyicilere bir armağandı.
27 Mayıs 2002
Paylaş
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Zeynep Oral
Gazeteci , yazar, feminist, İnsan Hakları savunucusu, Barış eylemcisi, STK (Sivil Toplum Kuruluşları) bağımlısı; çok sesli, çok renkli yaşam tutkunu… Halen Cumhuriyet Gazetesi yazarı ve PEN Türkiye Yazarlar Derneği Başkanı.
Arama Yapın
Kategoriler
EdebiyatTiyatro
Plastik Sanatlar
Kadın Olmak
Memleket Hali
Müzik
Sinema
Çevre
Tüm Kategoriler