Ömer Uluç : Satırlara sığmayan Yaratıcılık
31 Ocak 2010 - Zeynep Oral -
Yarın 1 Şubat. Nicedir, yani o kahredici günden beri, Türkiye’yi biraz daha karanlığa boğan, devletin devlete ihanet ettiği, devletin devleti can evinden vurduğu o lanetli günden beri, her 1 Şubat Abdi İpekçi’nin hunharca katledildiği gündür. O gün bugün Abdi İpekçi yeniden yeniden kurşunlanmaktadır. Onunla birlikte bu ülkenin tüm aydınlık insanları da...
Ancak şimdi tetiği çeken bir hastaya, karanlık güçlerin kuklası bir zavallıya gösterilen ilgi ve bu meczup maşaya ilişkin önermeler, bir ülkeyi, bir toplumu aşağılanmakla eşdeğerdir. Bırakın sadece bir ailenin, bir düşüncenin, ideallerin, sağduyunun yaralanmasını, bunların da ötesinde toplum aşağılamaktadır!
Çok değil, iki hafta önce bugün “Abdi Bey’den Hrant’a” başlıklı yazımda “Rezilliğin de bir sınırı olmalı! Oysa gördük ki bizim ülkemizde yok!” derken inanın bunca aşağılanacağımızı, üstelik “meslektaş” denilen insanlarca bunca aşağılanacağımızı düşleyememiştim bile!
ÖMER ULUÇ
Ah! Çoook uzaklarda bile, gazetesiz, televizyonsuz günlerde bile kötü haber insana ulaşıyor. İşte “Ömer Uluç aramızdan...” diye başlayan haber de bir uçağa binmek üzereyken ulaştı bana...
Her ölüm erken ölümdür ama Ömer Uluç söz konusu olduğunda çok erken... Ne yaşıyla ne de son yıl yaşadığı hastalık mücadelesiyle ilgili olarak söylüyorum bunu. Sadece ve sadece şu nedenle söylüyorum:
Sürekli kendini yenileyen, sürekli yalnız kendisiyle yarışan, yaşadığı her sürecin sonunda kendini aşan (evet kendini aşan) bir sanatçının çekip gidişiyle ilgili olarak söylüyorum.
Hem kendi “üslubunu” yitirmemek, hem de sürekli yeniye açık olmak, yeniyi kucaklamak, tüm sanat anlayışının belkemiğini, omuriliğini sağlamlaştırarak değişimi yakalamak... Her sergide malzemeyi, formu, rengi, deseni sınamak... Her sergide dünyayla, hayatla yeniden hesaplaşmak... Duygu imparatorluğuyla eleştiri arasında, ironiyle katı gerçekler arasında gidip gelerek yaşama sımsıkı sarılmak... İzleyicisini, biz ölümlü izleyicileri her sergide şaşırtabilmek... İşte bunlardan yoksun kalacağımız için “erken” demem... Bundan sonraki “eksikliğe” işaret etmek için... Haberi aldığım an içimdeki “ah!” duygusuna eşlik edenler bunlar...
Ömer Uluç’un resimleriyle ilk kez 1966 yılında Paris Galerie La Rove’da karşılaştım (Öğrenciyken yaptığım ilk röportaj, Yeni Gazete’de yayımlanan ilk yazım, ilk “Paris Mektubu”m, o sergiydi)... Ondan izlediğimin sonuncusu ise 2009’un Aralık ayında Yapı Kredi’deki “Sağ El Sol El” ve “Parçalanmanın Kimyası” sergileriydi.
İkisi arasında bütün bir yaşam... Satırlara sığmayan yaratıcılık...
Behçet Necatigil diyordu ya:
“Adı, soyadı
Açılır parantez
Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti.
Kapanır parantez.
(...)
Parantezin içindeki çizgi
Ne varsa orda
Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci
Ne varsa orda.”
İçimdeki “ah”a eşlik eden, yukarıda bir çırpıda sıralamaya çalıştığım özellikler işte o ilk ile son sergiler arasında, dostluklar, sohbetler, kahkahalar arasında çoğalan, çoğalan, çoğalandı...
Sevgili Vivet Kanetti ve Elfe Uluç’a, tüm sevdiklerine, yakınlarına sabırlar diliyorum. Işığı, rengi her daim bol olsun...
Cumhuriyet - 31 Ocak 2010
Paylaş
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Zeynep Oral
Gazeteci , yazar, feminist, İnsan Hakları savunucusu, Barış eylemcisi, STK (Sivil Toplum Kuruluşları) bağımlısı; çok sesli, çok renkli yaşam tutkunu… Halen Cumhuriyet Gazetesi yazarı ve PEN Türkiye Yazarlar Derneği Başkanı.
Arama Yapın
Kategoriler
EdebiyatTiyatro
Plastik Sanatlar
Kadın Olmak
Memleket Hali
Müzik
Sinema
Çevre
Tüm Kategoriler