Nazım Hep Yurttaşımdı...
09 Ocak 2009 - Zeynep Oral -
İçimden yeniden haykırmak geliyor:
“Beyler kendinize gelin! 1951 yılında alınan Nazım Hikmet’in yurttaşlıktan çıkarılma kararı tamamen politik bir karardı! Hukukla, mukukla ilgisi yoktu! Bunu bal gibi sizler de, dünya da biliyor!”
Nazım Hikmet “vatan hainliğinden” ya da “vatana ihanetten” HİÇ AMA HİÇ YARGILANMADI! Birçok suçlamayla yargılandı ama “Hiyanet-i Vataniye Kanunu”na dayanılarak hakkında hiç dava açılmadı! Ona karşı bütün davalar, yazdıkları, düşündükleri nedeniyledir, siyasal suçlamalar nedeniyledir. (Şimdilerde kimi köşe yazarları bunun farkında bile değiller!)
Nazım Hikmet , cezaevinde ya da yurt dışında , nerede olursa olsun , yaşamı boyunca yalnızca Türkçe düşünen, Türkçe konuşan, Türkçe yazan bir insandır. Dünya onu Türk şairi olarak bilir. Türkiye’yi de Nazım Hikmet’in ülkesi olarak tanır.
Bugün Bakanlar Kurulu kararı, buram buram seçim yatırımı koksa da çoktan yapılması gereken bir haksızlığın, bir rezilliğin, bir utancın, ortadan kaldırılmasıdır. Ama sakın ola kimse “iade-i itibar” falan demesin! Ayıp oluyor.
Ülkemde olsun dünyada olsun, Nazım Hikmet’in itibarı fazlasıyla yerinde! Onun “iade-i itibara” gereksinimi yok! Ama bu ülkenin, bu ülke insanlarının, hepimizin Nazım Hikmet’e gereksinimi var! Bu karar ancak Türkiye’ye itibar kazandırabilir.
Türk vatandaşlığından ,yurttaşlıktan çıkarılması yıllardır bu kararı veren Bakanlar Kurulunun onursuzluğunu ortaya koydu. Yoksa Nazım Hikmet’in yurttaşım olmadığını değil…
Türkçem konuşuldukça…
Kendi de söylemişti, haberi duyduğunda:
“... Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından, hey gidi dünya, çıkarılmışım. Beni Türklükten, halkımın evladı olmaktan, milletime ölümsüz bağlı bulunmaktan kimse, hiçbir kuvvet çıkaramaz, ayıramaz...”
İşte, aynen böyle!
Yazmıştı, Piraye’ye bir mektubunda:
“Ben kendimin, her namuslu insan gibi yurtsever ve halkını sever olduğunu bildikten, bu hususta vicdanım rahatken, birkaç münferit yalan kusmuşlar umurumda değil. 20 Sene sonra, 50 sene sonra, birçoğunun adını bile unutacak Türk milleti… Halbuki bu millet var oldukça, yeryüzünde Türkçe’m konuşuldukça , ben bu dilin ve bu halkın en namuslu şiirlerini yazmış insan olarak yaşayacağım. Sen üzülme. “
İşte aynen böyle!
Türk olduğumu ispatlamak için
Şimdi başımdan geçen en güzel öykü:
Sanki dünyanın öbür ucundaydım. Altay Dağları’ndaydım. Moğolistan, Sibirya ve Çin’in birbirine iyice yaklaştığı sınır bölgelerinde bir yerlerde... Yıl 1988…
Türkolog arkadaşım Vera Feonova ve ben o zamanlar Sovyetler Birliği’ne bağlı, Gorno Altaysk özerk bölgesinde dolaşıyorduk… Yine bir gün bir kasabadan ötekine giderken cipimiz yolda kaldı. Sürücümüz “benzinimiz bitti” deyiverdi. Elinde boş bir benzin bidonuyla uzaklaştı. Biz de beklemeye koyulduk…
Bu uçsuz bucaksız düzlükte ne gelen vardı, ne giden... Görünürlerde de ne köy, ne kasaba... Kuş uçmaz, kervan geçmez bir dağ başında, yola benzemeyen bir yoldaydık... Bir ara, uzakta bir karartı belirdi. Karartı yaklaştı, yaklaştı... Karartı bir traktördü.
Traktörün arkasındaki kasadan iki köylü kadın, altı çocuk, bohçalarıyla birlikte indiler. Traktör yoluna devam etti. Kadınlar, çocuklar ve bohçalar, yolun öteki yanına tam karşımıza yerleştiler.
Yanlarına gittik. Vera onlarla Rusça konuşuyordu. Bir saat sonra o yoldan geçecek otobüsü bekliyorlarmış. Birlikte beklemeye başladık…
Vera , benim Türk olduğumu söyleyince, önce pek inanmadılar. “Madem Türk, hele bir Türkçe konuşsun” dediler.
Benim Türkçemle , onların Türkçesi çok farklıydı. Vera’nın Türkçeden Rusçaya, Rusçadan Türkçeye çevirileriyle anlaşıyorduk. Ama yine de kimi sözcüklerin aynı olduğunu bilecek kadar yörede kalmıştım.
“Bir, iki, üç...” diye saymaya başladım.
“Yok bunu herkes bilir, başka şey söyle” dediler...
Başka şeyler söyledim. Yine inanmadılar. Ne dediysem, bir türlü ikna olmadılar.
Bir ara aralarında tartışıp durdular . Sonunda Vera’ya “Sor bakalım bu Türk’e, Nazım Hikmet’i bilir miymiş? Gerçekten Türk ise, Türkiye’dense, bize Nazım’dan bir şiir okusun” dediler.
Ve işte 1988 yılının 9 Ekim, Pazar günü, akşamın saat sekizinde, Sibirya’nın en güneyi, Moğolistan’ın en kuzeyinde, Altay Dağları’nın uçsuz bucaksız, kuş uçmaz kervan geçmez bir vadisinde, iki köylü kadına ve her yaştan altı çocuğa Türk olduğumu kanıtlamak için Nazım’dan ezbere dizeler okurken buldum kendimi…
Yüzlerinde gülümseme, dinlediler… Sonunda, hepsi birden boynuma sarıldılar. “Tamam, Türk’müş” dediler.
Yeryüzü mucizelerle doluydu!
Dünyanın öbür ucunda , bir dağ başında, iki köylü kadına ve çocuklarına Türkiyeli olduğumu kanıtlamak için Nazım Hikmet’in şiirine sarılışımı hiç ama hiç unutmadım, unutmayacağım...
Cumhuriyet- 9 Ocak 2009
Paylaş
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Zeynep Oral
Gazeteci , yazar, feminist, İnsan Hakları savunucusu, Barış eylemcisi, STK (Sivil Toplum Kuruluşları) bağımlısı; çok sesli, çok renkli yaşam tutkunu… Halen Cumhuriyet Gazetesi yazarı ve PEN Türkiye Yazarlar Derneği Başkanı.
Arama Yapın
Kategoriler
EdebiyatTiyatro
Plastik Sanatlar
Kadın Olmak
Memleket Hali
Müzik
Sinema
Çevre
Tüm Kategoriler