Kafka’nın kenti Prag …
12 Kasım 2005 - Zeynep Oral -
Prag kentine Çekler, “Praha” diyor. O sondaki “ha”, içe çekilen, büyülü , gizemli, tılsımlı bir nefes gibi… Biraz, bizim “ah” çekişlerimiz gibi… O iç çekişin içinde kentin tüm tarihsel, toplumsal, kültürel birikimi var…
Prag bir mücevher. Özellikle kültürel ve mimari açıdan küçük bir mücevher. Bakmayın, yılda 20 milyon turist çektiğine, kentin kendi nüfusu bir milyonun biraz üzerinde… Bir zamanlar Avusturya Macar İmparatorluğunun , Bohemya krallarının elması, geçmişten aldığı Gotik mimarinin ağırbaşlı, ciddi, yüklü, gün ışığına geçit vermeyen bol sütunlu, bol kuleli yapılarına, Barok mimarinin şen şakrağını eklemiş: Görkemi bol, gösterişi bol , altuni, gümüşi ve kurşuni yapılar… Sonra Rokokonun süslü püslü, cicili biçili pastel renkli yapılarını… Bununla da yetinmeyip, 20 yüzyılın başındaki “Art Nouveau” akımının bana hep “dişiliği” çağrıştıran, kıvrımları çiçek açan, “yeni” ve “modern” yapılarıyla taçlandırmış … Bütün bu özellikler iç içe, yan yana, üst üste…
En son 1990’da gitmiştim Prag’a. Oyun yazarı Vaclac Havel, hapisten çıkmış, Devlet Başkanı olmuş uluslar arası bir basın toplantısı yapıyordu. Önceki gidişlerimde sonsuz bir hüzün içeren Prag, o kez kıpır kıpırdı, gençler ayakta ve her yerdeydi, değişim rüzgarları esiyordu… 15 yıl aradan sonra bayram günlerinde gittiğim Prag’daki değişime inanamadım. Mücevher yerli yerindeydi. Hüznünden arınmış, geçmişe ihanet etmeden onarılmış, yenilenmiş, her bir taşı parlatılmıştı. Işıl ışıldı, aydınlıktı… Yukarıda bir çırpıda sayıverdiğim mimari özellikleri, bu aydınlıkta çok daha belirgindi.
Aşk- nefret ilişkisi
Prag’a her gidene ve gidecek olana yanlarına Nazım Hikmet’in Prag’a ilişkin şiirlerini götürmelerini ve kenti o şiirler eşliğinde gezmelerini öğütlüyorum. Şair, Prag’ın atmosferini yakalamakla kalmıyor, kentin ruhunu, kendi özlemleri ve hasret acısıyla bütünlüyor…(Nazım’la Prag gezisini Gezi ekimize bırakıp , Kafka’yla sürdürüyorum geziyi…)
Prag , Kafka’nın doğduğu ve yaşadığı kent… Ha bire kaçmaya çalıştığı, kendini tutsak hissettiği, boğulur gibi olduğu, nefret ettiği kent… Nereye giderse gitsin, bir an önce dönmeye çalıştığı, uzak kalamadığı, hep sığındığı ve aşık olduğu kent… Kafka’nın Prag’la ilişkisi, tam bir aşk-nefret ilişkisi.
Belki nerede yaşasa bu ilişkiyi kuracaktı kentiyle; belki de bu kentte yaşadığı için “Kafkaesk” özelliklere sahip oldu. Yaşadığı dönemde (1883-1924) Prag’a egemen olan Çek- Alman-Slav-Yahudi nüfusun bölünmüşlüğü ve birbirini dışlaması… İki dil (Almanca ve Çekçe) arasında kimlik çatışması… Despot bir babaya isyanla boyun eğme arasında gidip gelmeler… Nefret ettiği bir işte memur olarak çalışmak… Görmediği kadınlara aşık olmak, yazarak aşık olmak… Bir yüzyıldan ötekine geçerken Avrupa’nın içinde bulunduğu ortam… Günden güne anlamını yitiren bir dünyada korkular , kuşkularla baş etmeye çalışmak… Varolmayı sürdürmek, çıldırmadan sürdürebilmek için , Kafka’nın bulabildiği tek yol yazmaktı…
Hayır, Kafka, Prag’ı yazmadı, kentini tasvir etmedi. Ama tüm yapıtlarında Prag vardı. Prag onun düşlerinin ve kabuslarının ayrılmaz parçasıydı.
Tüm eserlerinde yapayalnız kahramanlar , kendileriyle, çevreleriyle, gerçeklerle , düşlerle, binbir olasılıkla çatışırlar. Sırf var oldukları için çatışırlar… Ve sanki hepsi de tıpkı Kafka gibi “Cevap sandığım şey çoğu kez sorudur” der…
“Dava”da kahraman, nedenini , nasılını bilmeden tutuklu bulur kendini… Prag’da kentin orta yerinde Kafka’nın okuduğu Alman okulu ve Hukuk fakültesinin dehlizlerinde dolaşıyorum…
“Şato”da, kimsenin tanık etmediği, etmeyeceği, onaylamayacağı bir işle, bir görevle yükümlüdür kahraman... Prag’ı kesen Vlatava nehrinin kıyısında yükselen Prag Şatosu, kentin her yanına egemendi ve en uzak en dar en karanlık sokakta bile ağırlığını, sizi gözetlediğini hissedebiliyordunuz…
Turizmin hizmetinde
Önceki gidişlerimde , Prag’da Kafka’ya ilişkin iki ev, bir de mezarı bilinirdi. Bu gidişimde başta yeni açılan Kafka Müzesi olmak üzere kentin tam 17 yapısı , Kafka’ya ait anıt yapılara dönüştürülmüş. Sadece Kafka adını taşıyan kahvelerden, barlardan, otellerden, dükkanlardan söz etmiyorum , bunlar gerçekten yazarın yaşamında etken olmuş mekanlar.
İşte tam eski kentin , ünlü saat kulesinin yanıbaşında, Kafka’nın doğduğu ev… Altı yaşındayken taşındığı ev… Gittiği ilk okul… Dokuz yaşındayken yaşadığı ev… Babasının dükkanı… Aile sık sık ev değiştiriyor; babanın geliri ve statüsü yükseldikçe, Yahudi Mahallesi’nden biraz daha uzaklaşıp, daha büyük , daha lüks bir eve geçiliyor.
İşte, bir kez gördüğü ve yazarak aşık olduğu, iki kez nişanlanıp, iki kez nişanı bozduğu Felice’ye “Felice Sevgilim, beni tanımıyorsun. Beni kötülüğümün içinde tanımıyorsun. Benim kötülüğüm, edebiyat de, yazın de, ne dersen de, o çekirdekten doğuyor. Ne sefil bir yazıcı olmalıyım ki, seni bir türlü kötülüğüme ikna edemiyorum…” diye yazdığı ev…(Felice Berlin’deydi.)
İşte Milena’ya , “Milena, Milena, Milena… Adından başka bir şey yazamıyorum. Yazmalıyım ama ! Milena, seni sevdiğime göre, yeryüzünü de seviyorum demektir!” diye haykırdığı ev… (Milena Viyana’daydı…)
Tümü “Eski Kent” diye adlandırılan bölümde. Biri hariç: Nehrin öte yanında, Prag Şatosunun yakınlarında, bir zamanlar saray hizmetkarlarının yaşadığı dapadar sokakta , alçak tavanlı, dar kapılı, “seyis odası” diye de bilinen iki odalı minicik ev . Aile baskısına dayanamadığında , kaçıp gizlendiği sığınak, bugün Kafka kitap ve belgelerini içeren bir kitapçı dükkanı.
Kafka , Nazi işgalini , kız kardeşlerinin kamplarda öldürüldüğünü, Sovyet egemenliğini, Prag ’68 baharını , Çek Cumhuriyeti’ni görmedi. Ama onun için yaşanan dehşetin habercisi, Prag Baharı’nın babası ve öncülüğünü vurgulayan çok şey söylendi.
Doğrusu Prag’da, Kafka’nın turistik malzeme olarak pazarlanması, adının ve fotoğrafının gömlekten fincana her yere basılması içimi acıtmadı değil. Herhalde kendisi, günün birinde bu kentin turizmine hizmet edeceğini bilemezdi. Bilse bile bir anlam veremezdi… Ama bugün bizler, Kafka’nın yazdıklarına bir anlam verebiliyoruz. Ve verebildiğimize göre, dünya iyiden iyiye çıldırdı demektir!
12 Kasım 2005- Cumhuriyet
Paylaş
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Zeynep Oral
Gazeteci , yazar, feminist, İnsan Hakları savunucusu, Barış eylemcisi, STK (Sivil Toplum Kuruluşları) bağımlısı; çok sesli, çok renkli yaşam tutkunu… Halen Cumhuriyet Gazetesi yazarı ve PEN Türkiye Yazarlar Derneği Başkanı.
Arama Yapın
Kategoriler
EdebiyatTiyatro
Plastik Sanatlar
Kadın Olmak
Memleket Hali
Müzik
Sinema
Çevre
Tüm Kategoriler