Kaçkarlara Kaçmak
03 Kasım 2002 - Zeynep Oral -
Cennet gelmiş, Karadeniz yaylalarına yerleşmiş ...
Her şey elektronik postayla gelen bir mektupla başladı.
"Yeryüzünde bunca yer dolaştınız, peki ama Kaçkar Dağlarını gördünüz mü?" diyordu Mehmet Demirci...
Ne zamandır içimde kıpırdanmakta olan "yol ateşi" bu soruyla tutuşuverdi. Mektuba eşlik eden "Türkü Turizm"in sitesine girdiğimde, (www.turkutour.com) sanal yolculuğum başlamıştı bile!
Hayır, Kaçkar Dağlarını görmemiştim.
Yıllar önce Giresun'dan başlayıp, köyden köye, kasabadan kasabaya, kentten kente , kıyı kıyı taa Sarp'a dek uzanan Doğu Karadeniz yolculuğumda, kıyıdan ayrılıp Artvin üzerinden Kaçkarlara ulaşmak istediğimde kendimi başka bir serüvende bulmuştum. Turgut Özal dönemiydi. Türkiye'nin çağ atladığı söyleniyordu. Gelin görün ki, Hopa'dan Artvin'e tek geçit olan Cankurtaran Geçidini geçememiştim. Otobüs ve minibüs konvoyundaki tüm Karadenizliler başıma toplanıp "gazetecu hanum yaz şu telgrafı" diyerek Ankara'ya yollanacak telgrafı bana dikte etmişlerdi:
"Ö'zalim, çağ atlamaktan vazgeçtuk, Cankurtaran tepesini atlayalum bize yeter!"
Dağlara, yaylara çıkmak başka bir bahara kalmıştı.
İşte o bahar, bu sonbahara, 29 Ekime denk geldi ve üç arkadaşımla birlikte kendimi Trabzon uçağında buldum.
Trabzon'a indiğimizde güneş çoktan batmıştı. Araklı...Sürmene... Of... Rize... Çayeli... Pazar... Ardeşen... Kıyı boyunca yol alıyoruz. Onların deyişiyle genellikle "sinirli" olan Karadeniz'i hiç böyle sakin durgun görmemiştim. Yola ve geceye muhteşem bir ay ışığı eşlik ediyor. Hırçın denizi belki de bunca uysallaştıran o ışık... Öylesine güçlü bir ışık ki, dağların gölgesi bile suları karartamıyor. Kıyının her kıvrımda farklı ve çarpıcı bir görüntü...
Ardeşen'e varınca kıyıdan ayrıldık vurduk içerlere...
Önce o sesi duydum, sonra kendisini gördüm. Artık, yörede bulunduğum günler boyunca , kendi gözden kaybolsa da o ses, hep eşlik edecek yolculuğuma...
O ses Fırtına deresinin sesi. Fırtına deresi gürül gürül, köpüre köpüre akıyor, kıvrımlar çiziyor, kayaları aşıyor , yamaçların arasına sıkışıp yükseliyor, geniş yataklara yayılıp duruluyor, köprülerin altında coşuyor... Fırtına deresi bambaşka bir dünya. Ama o dünyayı keşfetmem için gündüzü beklemem gerek.
Şimdi gece ve derenin yanı başından, derenin kıyısından ilerleyen yolda ve zifiri karanlıkta yalnızca sesinin haşmetiyle ürperiyorum. Bir de ilkbaharda eriyen karlarla birlikte azgın suların yer yer kemirip yıktığı asfalt yolda , bu minibüs bu yola nasıl sığabiliyor diye şaşıyorum...
Fırtına deresi ve bu dereye akan tüm derelerin oluşturduğu havzaya Hemşin adı veriliyor. "Ben Hemşimliyim"- "Ben Lazım" ayırımını, sık sık duyacaktım. "Bu çiçeğin adı Hemşince mehgovak" - "Biz aynı çiçeğe Lazca çıla deriz" gibi sözleri de... Yani Laz ve Hemşinlilerin farklı kökenden geldikleri vurgulanıyor ancak bu vurgu, dostluğa, dayanışmaya, keyif içinde kaynaşmaya engel oluşturmuyordu.
Ardeşen'den 25 km. sonra Çamlıhemşin'deyiz.
Çamlıhemşin'e girmemizle çıkmamız bir oluyor. Zaten tabelaya göre 2400 nüfuslu bu yerleşim yeri bir tek ana caddeden oluşuyor. O ana cadde de çarşı . Yolculuk boyunca tüm gereksinmelerimizi buradan karşılayacağız.
Çamlıhemşin'den yirmi kilometre sonra Ayder yaylasına varınca minibüsü bıraktık. Dar bir patikadan Fora Pansiyona tırmanırken , gökyüzünün tüm yıldızları, sanki sözleşmişçesine, tepemizde toplanmıştı. Bu yaşa geldim, daha bunca parlak yıldız görmemiştim!
Sabah, penceremden dışarı baktığımda gözlerime inanamadım. Camın önüne , gökyüzünden aşağıya bir orman panosu sarkıtılmıştı ...Taa en tepelerden , en diplere... Elimi uzatsam tutacakmışım gibi bir uzaklıkta ... Çam, kayın, kestane... Yeşilin binbir türü...
Kendimi dışarı attım. Güneş yeni doğmuştu. Güneş ışınları önümde yükselen ormana dokundukça, yeşilin arasından sarılar, turuncular fışkırıyor, kızıla dönüşen yapraklar titreşiyordu. Her yanımı çevirmiş tepelerden minicik dereler, şelaleler, kendine yol açan sular akıyor, ayaklarımın dibindeki Fırtına deresinin bir koluna karışıyordu. Önüm arkam sağım sonbahara kucak açmış ormanlarla kaplıydı. Solumda ise tepesi karlı Kaçkar dağları...
Gecenin yıldızları mı, gün ışığındaki sonbahar renkleri mi daha etkileyiciydi, karar veremedim.
Ayder, dağcıların, yöreyi tanımak isteyen yerli ya da yabancı turistlerin konakladıkları yer. Bin metre yükseklikte. Yamaca yayılmış minicik alçak gönüllü, ahşap dağ evleri, pansiyonlar, oteller... Yıllar öncesinden kalma tek tük birkaç korkunç görünümlü yüksek beton yapı bu muhteşem doğayı bağrından hançerlemiş! Bunların yıkılacağı ve yöre korumaya alındığından bundan böyle rezilliklere izin verilmeyeceği söyleniyor. Dilerim öyle olur!
Dağ ve yayla turizmi başlamadan önce de Ayder yöre halkının uğrak yeriymiş. Çünkü bütün bu doğa nimetlerinin yanısıra muhteşem bir kaplıcası var. 55 Derece sıcaklıkta su fışkırıyor. Hele bu mevsimde karlarda yürüyüş ve tırmanışlardan sonra , kaynar suyla dolu havuzlarda yüzmek eşsiz bir deneyim.
Yaz aylarında Ayder kalabalıktan ana baba gününe dönermiş. Şimdi boş... Malum , sene, 365 gün, Doğu Karadeniz'e 360 gün yağmur yağar. (Karadeniz'de dolaşa dolaşa ben de abartmaya başladım!) Ancak sanılanın aksine eylül ekim en az yağışlı mevsim. Üstelik ekimin bir avantajı daha var. Yaz aylarında yaylara hemen her öğleden sonra inen sis, bulut, ya da "yer dumanı" , ekim ayında neredeyse hiç yok.
Ayder'den çıktık yola... Araçla Aşağı Kavron yaylasını geçip , Yukarı Kavron'a vardık. Ormanlar bitti, ağaç kalmadı . Çünkü 2.200 metre yükseklikteyiz. Önce çamurlu yollardan , suların üzerinden atlayarak, derken granit kayaların üzerinden sekerek , daha sonra karın içine bata çıka yürüyoruz . Yükseldikçe üzerimizdeki giysileri azaltıyoruz. Güneş yakıyor.
2700 Metreye vardığımızda, karşımda Mezovit Gölü. Karların ortasında bir "ayna". Hemen arkasında "Mezovit Sivrileri" diye adlandırılan Kaçkarların zirvesi (3932 m.) Mezovit Sivrileri'ni hem tepemde hem önümdeki aynada görüyorum... Ufukta nereye baksam , dağlar, sivri kesin tepeler...
Neredeyim ben? Yerde mi, gökte mi? Başımın dönmesi yükseklikten mi, oksijen azlığından mı, heyecandan mı? Ama belki de bütün bunların verdiği sonsuzluk duygusundan , özgürlük duygusundan ...
Bu çarpıcı doğada kendimi bir kar zerresinden farksız hissediyorum. Ve bundan sonsuz keyif alıyorum.
Dağların ezici görkemiyle, kardan ve kayalardan başını uzatıvermiş minicik bir kardeleninya da açelyanın narinliği arasında bir denge bulmaya çalışıyorum. Doğa bu dengeye bu uyumu bulmuş, darısı insanların başına...
Milyonlarca yıl önce, volkanik yapısıyla , donma-çözülme süreçleriyle parçalana parçalana şekillenmiş Kaçkarlar buzullarla kaplıymış. Buzul göller hala var. Zaten Kavron Vadisi de bir buzul vadisi.
Mezovit Gölünden aşağı indiğimizde güneş alçalmıştı. Kar faslından sonra, granit kayaları aşarken sulara dalıp çıkmıştık. Kısacası , iliklerimize kadar donmuştuk...Yukarı Kavron'a geldiğimizde, köyde minicik bir kulübenin içinde soba yakılmış, ÇAKUT çetesi bizi bekliyordu. "ÇAKUT" yani Çamlıhemşin'in Ç'siyle AKUT!
Kapısının üzerinde "Kaç Gel" yazılı eve girdik . Atıf Ağbey önderliğinde çete üyeleri Şeref, Mehmet, İbrahim ve Ahmet seferber oldular. Sobanın ateşi körüklendi, ayakkabılar, çoraplar kurutuldu, şaraplar içildi, meyveler yendi, daha da önemlisi şiirler okundu , Hemşin serüvenleri anlatıldı . O "sığınakta " yeryüzünün en güzel insan sıcaklığı yaşandı.
Kaçkarlara geldiğimde kendimi cennete sanmıştım. Cenneti cennet yapan insanlar, demekten kendimi alamadım.
xxx
Günler boyunca Hemşin Yaylalarında yürürken, en çok en çok insan sevgisine tanık oldum. İnsanlar hem yörelerine hem de birbirlerine sevdalı.
Her köyde her yaylada kapılar açık . Sizi konuk etmek için yarışıyorlar. Yolcu ederken de adet üzere, tüfeklerini kaptıkları gibi havaya ateş ediyorlar.
İki sürücümüz oldu. Mustafa ve Adem.
Mustafa kendi imal ettiği ve adını "Kar Leoparı" koyduğu kamyonetiyle bizi "yol" denmeyecek yollardan, 2000 metre yükseklikteki Sal yaylasına çıkarırken, bir yanı dağ bir yanı uçurum sırat köprülerinden geçirirken, bir an olsun korkmadım. Sohbetiyle beni büyülemekle kalmıyor, kamyonetine duyduğu büyük aşk, sürücülüğe duyduğu güvenle bana Nazım Hikmet'in Arhavili İsmail şiirindeki baş kahramanı anımsatıyordu.
Gelelim Adem'e. (Bu yazıyı okursa, benim Hemşinli değil, Laz olduğumu yazsaydın diyeceğini biliyorum. Ondan yazmış oldum) Bir ara Karadenizdeki kadın erkek kişiliklerinden konuşurken şöyle dedi: "Erkeğin karısından korkması mı? İki farklı korkma vardır buralarda... Ben karımdan, ya farkına varmadan onu üzersem, ya onun duygularını incitirsem diye korkarım..."
Bu sözü eden Adem'i unutmam hiç mümkün mü?
Sal Yaylasından, yine ormanlar içinden geçerek Pokut yaylasına (o da 2000 m. yükseklikte) yürürken gördüğüm yaşlı bir amca , birbirinden güzel ahşap yayla evlerini gösterdikten sonra şöyle dedi: Keşke bir ay sonra gelseydin. O zaman burada binlerce gelin seni karşılardı." Pek anlamadım... Açıkladı: "Kar bize inecek, bütün çam ağaçları beyaz gelin olacak ya..." Şiir gibi konuşuyorlar...
Sal ve Pokut yaylaları, dehşet bir şey! Bir noktada durup da 360 derece çevrenize baktığınızda, hem deniz seviyesini yani sıfırı ,hem de 3900 metre yüksekliği görmenin mümkün olduğu başka bir yer var mı acaba dünyada...
Fırtına Deresinin ana kolu üzerinde Şenyuva köyünde (eski adı Şinçiva)'da emekli öğretmen Atilla Güneri'nin kahvesinde çayları yudumlarken gözüme yolun karşısındaki tabela ilişiyor: "Şenyuva Kütüphanesi."....Anahtarı kahvede, isteyen alıp açıp giriyor. Atilla Hoca tüm kitaplarını taşımış buraya...
Kahve ve kütüphanenin biraz ötesinde, Fırtına deresi üzerinde sık sık rastlanan taş köprü 1600 tarihini taşıyor. Yine Fırtına Vadisinin en çarpıcı olaylarından biri bu yolun devamında: Kıvrıla kıvrıla Çat vadisine doğru ilerlerken, hiç beklenmedik bir anda, bir virajı dönüyorsunuz ki karşınıza Zilkale çıkıveriyor. Fırtına deresine tepeden bakıyor , burçları bulutlara karışıyor, Bizans yapısı 1300'den kalma.
Rehber ve kemence ustası Muhammed bir gün bizi 250 metre yükseklikten dökülen Bulut Şelalesine götürdü. Yine dev granit kayalar arasında yürüyoruz. Bir ara fazla yüksek bir kayaya çattım, elini uzatıp yardım edince, teşekkür ettim. Yanıtı: "Asıl , siz bana güvendiğiniz için , ben teşekkür ederim. " İnceliğe bakar mısınız! Zaten ben ona "kelebek" adını taktım, çünkü en geçilmez yollarda, iki kolunu yana açıp, uçarmış gibi yürüyor.
Gel de şimdi Evliya Çelebi'yi anma: "Su ve havasının güzelliğinden , zarif, sadık, aşık kimseler olup, yüzlerinin rengi kırmızıdır. , Kadınları , Abaza, Gürcü, Çerkez güzelleri olduğundan, her biri sanki birer ay parçasıdır..."
Ayder'de pansiyonumuzu çekip çeviren Kader Demirci'yi tanıyınca , aklıma yerleşmişti Evliya Çelebi.
Çamlıhemşin'in kurucusu yıllarca belediye başkanlığını yapmış İbram Osman (Osman Kurtuluş'un kızları) Emine ve Nahide Teyzelerin ormanın göbeğindeki evlerine da bizi buyur etmeleri, kaş göz arasında yiyip yiyebileceğim en müthiş kaymaklı mıhlamayı yapmaları görülecek bir şeydi.
Aşağı Vice (Aşağı Çamlıca)'da Alfe Teyzenin evinde ise Hemşin'in tüm simgeleri salonun bir köşesinde toplanmıştı: Çıra- mum- gaz lambası (gelişmeyi gösteriyordu) çay sepeti - kara kovan- inekler için tuz torbası ...
Çamlıhemşin'in hemen birkaç kilometre yukarısında, eski adı Makravis, yeni adı Konaklar'da ağaçlar arasındaki muhteşem taş ve ahşap konaklar olan bölgede , 107 yıllık evini göstermek için seferber olan emekli öğretmen Nuray Hanımı nasıl unutabilirim . Babasının Moskova'da iki pastanesi vardı. Evin demirleri Batum'dan gelmişti....
Kar yolları kapayıp da Elevit yaylasından öteye gidemeyince, yeryüzünün belki de en güzel köyü olan Çat köyünde oyalandık. Sevim Hanım bütün işini gücünü bırakıp, bizi evine buyur etti. Karşımda Pito Yaylası uzanıyordu. Bu güzellik karşısında soluğum kesilmiş,gözlerim kamaşmıştı.
Mehmet Demirci iyi ki bana o mektubu yollamıştı da yollara düşmüştüm.
Memleketim yeryüzünün en güzel ülkesiydi.
Doğasıyla, insanlarıyla...
xxx
Fırtına Deresi deyince :
Devletin devlete ettiği:
Fırtına deresi , Çamlıhemşin'den sonra iki kola ayrılıyor . Ana kol Çat'dan geçerek Verçenik Dağına doğru, daha küçük kol Ayder'den geçerek Kaçkarlara doğru uzanıyor. Beş gün boyunca , belli yüksekliklere dek ciple, kamyonetle , ondan sonra yürüyerek, tırmanarak , kah bulutların üzerine çıkacak , kah nehir yataklarına inecektim. Hep Fırtına'nın kolları arasında...
Ama bu arada devletin devlete ettiği azizlik hiç aklımdan çıkmadı. Fırtına vadisinde, kurulması planlanan, temeli atılan, inşaatı sürdürülen Hidro Elektrik Santrallerinin yapımı, biliyorsunuz Danıştay kararıyla durduruldu . Durdurulmasaydı bu olağanüstü doğa parçası, ormanlarıyla, muhteşem bitki örtüsüyle, ahşap evleri taş konaklarıyla, tarihi kale, kemer ve köprüleriyle , kaplıcalarıyla , akarsuları ve balıklarıyla ölüme mahkum edilecekti. Sivil Toplum Kuruluşlarının seferberliğiyle bu iş durduruldu.
Burayı SİT alanı ilan eden, devlet! Kaçkar Milli Park alanında bu projeyi onaylayan da devlet! Ve yap-işlet-devret modeliyle Hidro Elektrik Santrallerinin yapımına kalkışan şirkete , "zararlarını karşılamak üzere" şimdi tazminat ödeyip duruyoruz.
Bu projeyi onaylayanlar hiç mi utanmıyor!
3 Kasım 2002
Paylaş
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Zeynep Oral
Gazeteci , yazar, feminist, İnsan Hakları savunucusu, Barış eylemcisi, STK (Sivil Toplum Kuruluşları) bağımlısı; çok sesli, çok renkli yaşam tutkunu… Halen Cumhuriyet Gazetesi yazarı ve PEN Türkiye Yazarlar Derneği Başkanı.
Arama Yapın
Kategoriler
EdebiyatTiyatro
Plastik Sanatlar
Kadın Olmak
Memleket Hali
Müzik
Sinema
Çevre
Tüm Kategoriler