Menü

Hava kurşun gibi ağır…


04 Haziran 2005 - Zeynep Oral -

Hava hep kurşun gibi ağırdı.
Kurşun ağırlığına toz duman ekleniyordu.
Toz duman, yirmi beş yıl süren savaştan, toprak yollardan, açlıktan, yokluktan, yedi yıl süren kuraklıktan, tutsak ruhlardan, yorgunluktan ve korkudan kaynaklanıyordu. Toz duman, başkenti, başkentin evlerini, duvarlarını, duvarların arkasındaki ağaçları , insanları, burkaları, çarşafları, türbanları, şalvarları, çıplak ayakları, saçları ve sakalları örtüyordu…
Gözümün değdiği her şey toz ve duman rengindeydi…
Tam bu toz dumanın genzimi en çok yaktığı ve artık bir daha asla soluk alamayacağıma inandığım anda incecik bir yağmur yağıyordu. O zaman toz duman duruluyor, çok geçmeden yerini çamur deryasına bırakıyordu.
Gözümün değdiği her şey çamur rengindeydi…
Çamurun ve karanlığın içinde minicik pırıltılar, kıvılcımlar görüyordum. Karanlığı delen ufacık ama güçlü mü güçlü ışıklar… “Geçer, bu da geçer…” diyen, “Her şey düzelecek,” diye fısıldaşan ışıklar… Kadınlar, erkekler, gençler, yaşlılar… En zor koşullarda, canla başla çalışan, geçmişi unutmaya çalışan, geçmişi her an hatırlayan, öyle ya da böyle umudu her an diri tutan , geleceğin daha güzel olacağına; bir şeyleri değiştirmeyi başaracaklarına inanan insanlar…
“Her şey düzelecek ama çok zaman alacak” diyen ışıklar…
Zaman… Tılsımlı bir sözcük gibiydi zaman… Kimine göre geçmek bilmiyordu. Zaman ortaçağda bir yerde durmuştu. Ve bundan böyle zaman geçse bile, belki kentin görünümünü değiştirecekti ama insanın içindeki yaraları asla iyileştiremeyecekti… Kimine göre zaman dolu dizgin koşuyordu. Yapılacak öyle çok iş vardı ve öyle çabuk geçiyordu ki zaman… Yetişebilmek imkansızdı.

Ortaçağ Çığlığı
Kabil’deydim. Afganistan’ın başkenti Kabil…
Her şeyden önce, “Başkent” sözcüğünün aklınızda ve gözlerinizin önünde oluşturabileceği tüm çağrışımları bir yana bırakın.
Başkentten geriye bende kalan koskoca bir ortaçağ çığlığı oldu…
Başkentte, toz ve çamurun dışında , bombalanmış , yarısı var yarısı yok, damı uçmuş, kolu kanadı kırılmış evler gördüm. Delik deşik, kaldırımsız caddeler , caddelerde kökünden kesilmiş ağaçlar gördüm.
Çepeçevre tel örgülerle örülmüş , demir kapılı yüksek duvarlar gördüm. Tel örgüler, demir kapılar, yüksek duvarların önüne yığılmış kum torbaları , beton barikatlar arasından geçtim… Duvarların bir yanında çeşit çeşit üniformalı askerler, üniformasız silahlı korumalar ; duvarların öte yanında yemyeşil ağaçlıklı, rengarenk çiçekli, fıskiyeli havuzlu bahçeler vardı. Duvarların öte yanında uluslar arası kuruluşlar, yabancı elçilikler, temsilciler vardı.
Kendimi zaman zaman bir savaş filmi setinde sandım. Daha önce başında askerlerin nöbet tuttuğu kum torbaları arasından geçmişliğim , koskoca silahlara bunca yakın olmuşluğum yoktu. Bindiğim her arabada yan koltukta ya da ön koltukta kocaman bir silah bulunuyordu. Bari markalarını öğreneyim dedim , beceremedim. Aklımda kala kala Kalaşnikof kaldı…
Yokluğu ve yoksulluğu, cılız bedenlerinde, dik başlarında ve hem gururlu hem öfkeli bakışlarında taşıyan kalabalıklar arasından hep bir araç içinde geçtim. “Şurada bir bomba patladı, o yolu değil, bu yolu tercih edin” anonsları arasından geçtim…
Yabancıysanız, hele hele kadınsanız , sokakta yürümek önerilmiyor. Ama sokakta yürüyen kadınlar da gördüm: Burkaları, çarşafları, türbanları, başlarına örttükleri örtüleri altında, yere bakan, gözlerini kaçıran ve asla yalnız tek başına değil, yanlarında mutlak biriyle, en azından bir çocukla sokağa çıkan, başlarını ancak “Kadınlar parkı”nda açabilen kadınları gördüm…
Yerel televizyon’da Clementina Cantoni’yi gördüm. Onun da başına omuzlarına bir çarşaf atmışlardı ve başının iki yanına iki koca silah dayamışlardı. Uluslararası yardım kuruluşlarında çalışan Kabil’deki iki bin gönüllü yabancıdan biri, Afgan kadınların “koruyucu meleği”ydi İtalyan Clementina… 24 Mayıs’ta kaçırılmıştı.
Hayır, Kabil’e varışımın altıncı gecesinde ISAF ( Uluslar arası Güvenlik Yardım Gücü) yakınlarına atılan roketi duymadım. Yaptığı hasarı ancak ertesi gün gördüm.
Hani artık Afganistan’da savaş bitmişti… Ruslar gitmişti. Mücahitler silahı bırakmıştı, Taliban silinmişti, Amerikan bombardmanı dinmişti. Hani artık iç savaş, dış savaş yoktu...
Tarih boyunca, güç ve iktidar çatışmasına, dünya nimetlerinin paylaşım kavgasına , yabancı güçlerin dinmek bilmeyen iştahlarına sahne olmuş Afganistan, bugün de ayakta kalma savaşı veriyordu…
İçim her daraldığında gözlerimi kenti çepeçevre saran, tepeleri hala karlı Hindu Kuş dağlarına çevirdim.
Bir de orada olsun, yolda olsun karşılaştığım her Türk’ten duyduğum tümceyi haykırdım: Tanrıya şükredelim ki, bizim bir Atatürk’ümüz olmuş, bir Atatürk’ümüz var!
Sevgili okurlar, üç yıldır Afganistan’ın yeniden yapılanması sürecinde çalışmakta olan bir arkadaşımdan, Fulya’dan, aldığım “keşke burada olsan, keşke gelebilsen” sözü üzerine yola çıkmıştım. Önümüzdeki günlerde Afganistan izlenimlerimi ayrıntılarıyla okuyacaksınız. Bugün yalnızca yüreğimdeki ağırlığı sizlerle paylaşmak istedim.

4 Haziran 2005- Cumhuriyet

Paylaş

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Zeynep Oral

Gazeteci , yazar, feminist, İnsan Hakları savunucusu, Barış eylemcisi, STK (Sivil Toplum Kuruluşları) bağımlısı; çok sesli, çok renkli yaşam tutkunu… Halen Cumhuriyet Gazetesi yazarı ve PEN Türkiye Yazarlar Derneği Başkanı. 

Devamı

Sosyal Medya

 
© 2021 Tüm hakları saklıdır.