Güzellik demek, uyum demek
22 Nisan 2006 - Zeynep Oral -
Yaşasın Şinkansen! Şu çılgın Japonlar iyi ki şu şinkansen’i yapmışlar da oradan buraya uçup duruyorum!
Hayır uçmuyorum, ayaklarım bir an olsun yerden kesilmiyor ama insana yine de uçuyor duygusu veriyor.!
Şinkansen, saatte 200 kilometre hız yapan trenler. ( Aslında 300 kilometre hızla da gidermiş ama bana rastlamadı). Tokyo Olimpiyatlarından (1964) beri ülkenin her yerine vızır vızır işliyor. Burunları jet uçaklarınki gibi, biraz da yunus balıklarını andırıyor. Bembeyaz, gıcır gıcır , her istasyonda bir iki dakika durup, karanlığı, günışığını yara yara ilerliyor. Tiyatro Konferansı’nda işim biter bitmez atladım bir “şinkansen’e, doğru Kyoto’ya…Tokyo’dan ayrılırken yine Fuji eşlik etti. Üstelik yine kendini olanca berraklığıyla gösterdi… İki, iki buçuk saat sonra Kyoto’dayım.
Erikler çiçek açtığında
Kyoto muhteşem, Kyoto cennet, Kyoto güneşin, ayın, rüzgarın, mevsimlerin, çiçek açan meyve ağaçlarının ritmiyle yaşıyor…
Kyoto, bir zamanlar Japon İmparatorluğunun başkenti (8-19. yüzyıllar arasında) , sonra Samuray’ların merkezi, sonra Zen Budistlerinin merkezi, sonra Geyşa ve Çay Seremonisinin merkezi… Bugün hala Japon geleneksel sanatlarının en iyi korunduğu ve meraklılarına sunulduğu yer… Bütün bunlar bir yana, Kyoto, tapınaklar, saraylar, bahçeler ve sular kenti.
“Eskiyi aramak, yeniyi bulmaktır” demiş Konfüçyüs…Anlaşılan Kyotolular onun izinden gitmiş. Yangınlar, depremler, salgın hastalıklar tarafından defalarca hırpalanan kentlerinde eskiyi ararken yeniyi bulmuşlar, yeniyi yaratıyken eskiyi göz bebeklerinin nuru saymışlar.
“Erik çiçek açtığında, cehennem donar”... Kyoto’da çoktan donmuştu , cehennem. Yani erik ağaçları çoktan çiçek açmıştı.
Ben daha önce dünyanın başka hiçbir yerinde insanların saatlerce oturup bir ağacı , bir çiçeği seyrettiğini görmemiştim. Kyoto’da gördüm… Akın akın insanların, bir parktaki en güzel ağacın önünde fotoğraf çektirmek için sıraya girip kuyruk oluşturduklarını da görmemiştim. Kyoto’da gördüm.
Japon bahçe mimarisinin en mükemmel örneği sayılan , 17. Yüzyıldan kalma Katsura Sarayı’nın bahçelerini gezerken, Japon bir genç kızın büyük bir aşkla hangi ağacın nereye niçin dikildiğini anlatırkenki heyecanı, duyarlığı karşısında gözyaşlarımı tutamadım. O kadar güzeldi ki (hem bahçe , hem o anlatış,) insan olsa olsa sadece ağlayabilirdi…
“Cennet bahçe” diyorlar bu tür bahçelere. Dünyadaki elementleri bir araya getiren bir micro-cosmos … Su, toprak, taş, kaya, bitki çiçek , ağaç ve bunları birbirine bağlayan köprüler… Gözün izlemesi gerektiği “yolu” size sunan , öyle şraktadak apaçık ortaya koyan değil , gıdım gıdım , azar azar, içinize sindire sindire algılayabileceğiniz , sonra içinizde damıta damıta yoğunlaştırabileceğiniz görüntüler sağlayan düzenlemeler… Ağlamayıp ne yapacaksınız !
Yalnız bahçelerde değil, gözümün değdiği her yerde, her şeyde sonsuz bir incelik, hassaslık, duyarlık görüyorum. Yalnızca estetik kaygıyla açıklanacak bir şey değil. İçselleştirilmiş, düşünceyle, ruh haliyle bütünleşmiş bir kaygı Gösterişe değil, iç dünyalara yönelik bir kaygı… Kaynağını doğadan alıyor. Doğayı izliyor, doğadan öğreniyor, doğadaki uyumu yakalamaya çalışıyor. Yalınlıkla besleniyor. Renklerden, çizgilerden, biçimlerden güç alıyor. Öyle olunca da güzellikle uyum bütünleşiyor. Zaten Japonya’da güzellik demek, uyum demek…
Ölçeğimiz “tatami
Kısa süreye Kyoto, Nara ve Hiroşima’yı sığdırmak istediğimden, rehbersiz olamazdı. Şansıma (gelirken Fuji’yi sissiz pussuz gördüm ya) galiba Japonya’nın en muhteşem rehberine düştüm. Kyoko Tanabe ,60 yaşlarında bilge bir hanım…
“Kyoto’da kaybolmak imkansızdır” dedi, doğma büyüme Kyoto’lu Kyoko. “Başınızı kaldırıp etrafa bakın. Alçak dağlar doğunuzda, yüksek dağlar batınızdadır. Böylece yönünüzü hep bulursunuz” dedi. Ve hiç kaybolmadım.
Güzel sanatlara duyduğum ilgi karşısında, “Bizde sanat, bir ürün, bir sonuç, bir amaç değil, bir yoldur, bir araçtır” diyen de oydu. (bundan güzel tanımlama mı olurmuş…)
Kiyoto’yu geziyorum. . Hayır, size tapınakları,sarayları tek tek anlatmayacağım. Onları her rehber kitapta nasılsa bulabilirsiniz; bahçeleri anlamaya da ben kifayetsiz kalırım.
Bir buçuk milyon nüfusu olan Kyoto’ya yılda 40 milyon Japon turist, 2 milyon yabancı turist geliyor. Tapınakları, sarayları, bahçeleri görmeye.
Kyoto’nun eski mahallelerini gezerken , dapadar sokaklarda, iki yana birbirine yapışık dizilmiş tek ya da iki katlı ahşap evleri görüyorum. “Maçinami” sistemi diyorlar: Yüzyıllar öncesinden gelen bir yerleşim sistemi…Ayni meslekten, ayni işle uğraşanların ortak yaşam alanları… Dokumacılar, tahta oymacıları, seramikçiler, tüccarlar vb... Aş evleri, ticarethaneler, eğlence evleri vb… Aynı yerde kümelenip , bloklar oluşturuyor. Bu kolektif yaşam , güvenliği de sağlıyor.
Tapınaklar olsun, evler olsun, tüm geleneksel yapılar “tatami” ölçeğindeydi. “Tatami” halen kullanılan bir metreye iki metre boyutlarında hasırdan örme halılar. Bir tatamilik oda, beş tatamilik salon, yüz tatamilik tapınak… Tatamileri, her dört yılda bir değiştirmek gerek. Eskisini atıp yenisini seriyorlar.
Japon erkekler “keşke eşlerimiz de tatami gibi olsa” diye şakalaşırlarmış. Benim Kyoko, çok kızıyor bu tür laflara!
İstekler saati
Tapınakları gezdirirken,”Bizde din artık dilekler, istekler saatine dönüştü; ölümden ölüme gerekli din şimdilerde” diye yakınıyor rehberim Kyoko.
Dağ yamaçlarına kurulu Şinto tapınaklarına “Tori” adı verilen ve mutlak kırmızı ya da turuncu boyalı ahşap yüksek takların altından geçip giriliyor. (Tam fotoğraflık!) Açık mekanlar, kapalı mekanlar birbirinden ayrı değil, hepsi doğayla sonsuz bir uyum içinde . Her yanda tütsüler yanıyor. Gonglar vuruluyor.
“Tori”den geçtikten sonra , tapınağa girişte, taa tepelerdeki kocaman çanlara bağlı hasır halatların ucundan tutup , salladınız mı, çanlar çalınıyor. Hasır halatların önünde millet yine kuyrukta , çan çalmak için sırasını bekliyor.
İş hayatında başarılı olmaktan, sınav geçmeye, ev sahibi, çocuk sahibi olmaya, her şey, aklınıza gelebilecek her şey tanrılardan isteniyor. İstekler gerçekleşsin diye de , tahtadan oyulmuş, kağıttan katlanıp kıvrılmış , minicik şekiller, biçimler, yazılar, tapınağın her köşesine iliştiriliyor… Bağışlar yapılıyor, adaklar adanıyor. Fallar, niyetler çekiliyor (Kötü çıkarsa, fal kağıdınızı tapınağın bir köşesine bağlıyorsunuz ki, Tanrılar, müdahale edip durumu değiştirsin)
Ama bütün bunları yaparken daha önce belirttiğim o ön koşul asla ama asla akıllardan ve yüreklerden çıkmıyor: Doğaya saygılı olmak. .. İnsana saygılı olmak… .
Şansınız varsa , bu tapınak ziyaretlerin birinde mutlak bir düğüne de rastlarsınız. Ben rastladım. (Dedim ya, Fuji o sabah bana kendini göstermişti diye!) O zaman bu yukarıda anlattıklarım, gonglar, davullar, çanlar, tütsüler vb. bin kat daha yoğunlaşıyor.
Geyşaların dünyası
Kyoto aynı zamanda Geyşaların merkezi. Evet Geyşa kurumu bugün de devam ediyor. Ama “turistler için” olan, belli başlı gösteri merkezlerindeki geleneksel gösteri alanlarını saymazsak , gerçek Geyşa dünyasını tanımak için bir servet yatırmanız gerek. Kyoto’da Geyşa’lara “ Geiko” deniyor. Geiko’nun tercümesi “Güzel Sanatların Çocukları” … Çok sıkı bir eğitim alıp , edebiyatta, geleneksel danslarda, “şamizen” denilen üç telli sazı çalmakta ustalaşmaları gerek “Geiko “ olabilmek için. Ustalaşmadan önce staj dönemlerinde yalnızca “Maiko” olabiliyorlar.
Çok pahalı, çok kapalı devre, çok özel tavsiye ya da pistonla girilebilen, Geyşaların mesleklerini icra ettikleri mekanlara ben giremedim. Gösteri merkezindeki gösterilerle yetindim. Tam olarak nedir “meslekleri” diye sorduğumda, yanıt hiç şaşmadı: “Aldığı o muhteşem ve zorlu eğitimle, müşteriyi eğlendirmek ve sırlarını paylaşmak”… Hayır kimse onlara “kötü kadın” gözüyle bakmıyor. Tam tersine müthiş bir saygı uyandırıyorlar. Zaten “mesleğin” sınırları nerede başlıyor nerede bitiyor orası da belli değil. Herkes o sınırları hayal etmekle yetiniyor.
“Geyşa’nın anıları” kitabını okuduysanız ya da filmini izlediyseniz, Japonya’ya gitseniz bile, daha fazlasını öğrenmek zor. Japonlar bu filme çok kızıyor ve sadece kötü bir karikatür olduğunu söylüyorlar.
Geyşa olmak pahalı bir iş! Büyük yatırım gerek. O giysiler, o peruklar, o sandaletler, o aksesuarlar neredeyse apartman katı fiyatına. ( Japonya’da bildiğimiz Tokyo , hani ayağınıza geçirdiğiniz parmak arası sandalet 1800 -bin sekiz yüz Amerikan dolarına satılıyor desem… )
Kyoto’da , Kamo nehrinin doğu yakasındaki Gion Bölgesi, geyşaların merkezi.. Dapadar sokaklarda onları yürürken, aralık bir kapıdan içeri süzülürken, iki ahşap paravan arasında ya da dapadar dehlizlerde kaybolurken görüyorsunuz. Gerisi de artık sizin hayal gücünüze kalmış!
Bir ayrıntı: Geyşaların ensesi, bedenin en, en, en, en özel yeriymiş. Saçın bitimi, peruğun bitimi ile beyaz boyanın arasında kalan, tenin kendi rengini gösteren o minicik ara yok mu…. İşte orası….
Yarın: Hiroşima’da…
22 Nisan 2006- Cumhuriyet
Paylaş
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Zeynep Oral
Gazeteci , yazar, feminist, İnsan Hakları savunucusu, Barış eylemcisi, STK (Sivil Toplum Kuruluşları) bağımlısı; çok sesli, çok renkli yaşam tutkunu… Halen Cumhuriyet Gazetesi yazarı ve PEN Türkiye Yazarlar Derneği Başkanı.
Arama Yapın
Kategoriler
EdebiyatTiyatro
Plastik Sanatlar
Kadın Olmak
Memleket Hali
Müzik
Sinema
Çevre
Tüm Kategoriler