Menü

Gelenekle Gelecek arasında Japon mucizesi…


20 Nisan 2006 - Zeynep Oral -

İstanbul’dan Tokyo’ya on iki saatlik uçuşun sonuna varmak üzereydik ki, uçağın camından onu gördüm.  Haşmetliydi. Çok güzeldi. Çok yüksekti (3777 metre) Bembeyazdı. Karla kaplıydı. Çocukların çizdiği dağ resimleri gibiydi. Kusursuzdu. Ona kenetlenmiştim, gözlerimi ondan ayıramıyordum…  Karşımda Fuji Yanardağı!

Yalnız ben değil , uçaktaki herkes ona kenetlenmişti!  THY’nin Japon Havayollarıyla ortak seferi tıklım tıklımdı. Yolcuların tümü Japon’du. Yani , benim ve birkaç yabancının dışındaki herkes… (Yaşasın ülkemize gelen Japon  turistler!)

Tüm Japonlar  yüzlerinde kocaman bir gülümseme ,  “bakın bakın “ diye çocuk gibi seviniyor, biz tek tük yabancıya Fuji’yi işaret ediyordu. O ana dek Kabuki oyuncuları gibi acıklı yüz ifadesi, uykulu halleriyle suskun oturan Japonlar , bir anda çocuklaşıvermişti. İçlerinden biri şöyle dedi:  “Ne kadar şanslısınız bilemezsiniz! Bizim Fuji’miz çok ender  bunca net, bunca berrak, bunca açık seçik gösterir kendini. Hele ülkeye ilk adım attığınız an onu böyle görmek, hele kirazlar açmadan Fuji’yi böyle görebilmek  çok uğurlu sayılır.”
Şu minicik açıklama bile, Japonya’da geçireceğim on güne ilişkin sonsuz ipuçları veriyordu. ( “Bizim Fuji’miz” , “şans”, “uğur”, “kirazlar açmadan”  sözcüklerinin altını şimdiden çiziverin…)
Evet şanslıydım.  Tokyo Uluslararası Tiyatro Festivali’nden , “Türkiye’de tiyatro” konusunda konuşma yapmak üzere bir davet almıştım. Bu ilk gidişimdi. Gezgin gönlümün yalnız  Tokyo’yla yetinmeyeceğini bildiğimden,  onların beş günlük davetine, kendim beş gün ekleyecektim.  (Tokyo Tiyatro Festivalini  1 Nisan  tarihli Cumhuriyet’te yazdım, artık ona geri dönmeyeceğim.) 

Sokak sahneleri
“Bizim Fuji’miz” demişlerdi…
Çok geçmeden Japonya’da her şeyin, Japonlar için  “bizim”, yani Japon olduğunu öğrenecektim. “Bizim Tokyo’muz”, “Bizim huyumuz suyumuz, bizim adetimiz”, “Bizim sokaklarımız”, “Bizim metromuz”, “Bizim baharımız”, “Bizim ağaçlarımız”… Her şey “bizim”di.  Çevirmen aracılığıyla iletişim kurduğunuz zaman bile çeviriye yansıyan bu “bizim” sözcüğü  mülkiyetçilikten çok sorumluluğu ortaya koyuyordu. Anlatabilmem için sokak sahnelerine başvurmalıyım…

Tokyo’da beni ilk çarpan yoğunluk ve kalabalık oldu. Yapılar üst üste, iç içe. Sokaklar, alt geçitler, üstgeçitler, viyadüklerle üst üste. Her yer kalabalık. İnsan yoğunluğu , araç yoğunluğu.. .  (Yüzölçümü Türkiye’nin yarısı kadar ülkede, nüfus Türkiye’nin neredeyse  iki katı .)

Ancak bunca yoğunluk, bunca kalabalık ve bunca kat kat yollar, iç içe yapılara karşın, ortalıkta pespayelikten eser yok!
Gökdelenlerle  , geleneksel Japon evleri yan yana , biri ötekine tecavüz etmiyor, bahçesine gölge etmiyor… 12 milyonluk kentte  kimse kimseye çarpmıyor, kimse kimseyi itmiyor, trafik tıkanmıyor…
Günün her saatinde metrolar hınca hınç dolu, yüzlerce insan dapadar kapılardan dışarı boşalıyor, yüzlercesi içeri giriyor, yürüyen merdivenlerden çıkıyor, iniyor… Her büyük metro istasyonunda sanki yer altında başka bir kent,  bir kasaba var , dükkanlar dükkanlar, lokantalar, kahveler, butikler, üzerinize üzerinize gelen yığınla insan … Ve… (Yinelemekten kendimi alamıyorum) Kimse kimseye çarpmıyor, kimse kimseyi itmiyor, ezileceğim duygusuna kapılmıyorsunuz!

Başka bir  sokak sahnesine  geçiyorum:
Akşam tiyatrodayım. Diyelim 600 kişilik hınca hınç dolu bir tiyatro salonu. Ara oluyor. İzleyicinin yarısı dışarı sokağa çıkıyor sigara içmek için. Sokakta tabla falan yok. Ara bitiyor, millet içeri giriyor.  A, a, bakıyorum yerde tek izmarit yok! İlaç niyetine yerde bir adet izmarit yok!  Ne biçim insan bu Japonlar, izmariti de mi yuttular!  Hayır, daha sonra çöpe atmak üzere, ya bir kağıda sardılar, ya bir kutuya koydular, ya da sigara paketiyle naylonu arasına sıkıştırdılar.  (Japonya’ya gider de yerde bir çöp görecek olursanız, beni yalancı çıkarmaktansa bilin ki, o çöpü atmış olan mutlak bir  turisttir.)
Daha ilk günden, “Çılgın mı bu Japonlar?” diye sormaya başlıyorum.

“Bizim olan”
Sokaklarda değil çöp, izmarit  bile yok ama bol bol  ağaç ve çiçek var.  Bugüne dek kitaplarda, Japon edebiyatında,  Japon şiirinde, Japon resim sanatında , Japon bahçe düzenlemelerinde, Japon mimarisinde, Japon düşünce biçiminde doğaya verilen önemi bilmez değildim ama  ülkenin başkenti, demir, çelik, beton ve cam yığınlarıyla kaplı kentin her köşesinde çiçeğe , ağaca bunca önem verileceğini bilmezdim.  İnsanların mevsimlere göre, her mevsim açan çiçeklere göre hareket edeceğini bilmezdim.

Tiyatro konferansında, bir tiyatrodan ötekine giderken, koskoca bir oyun yazarının  “o yoldan değil, bu yoldan gidelim, ağaçları daha güzeldir” demesine, tiyatro okulu öğrencisi rehberimizin geçtiğimiz her sokakta tek tek çiçekleri gösterip, sonra, “bakın bakın gördünüz mü şu krizantemi” diye sevinç çığlıkları atmasına kısa sürede alışacaktım…

bu kalabalıkta, bu hengamede, bu üst üste kentte nasıl olur da trafik tıkanmaz  diye şaşkınlığımın yanıtı Japonlara göre çok basitti.
1)Herkes kurallara uyuyordu.  2) Otomobil sahibi olmak için  önce  bir  park yerine sahip olduğunuzun belgesini sunmak zorundasınız.
Bırakın kaldırımda, (park yerleri dışında) sokakta park eden tek arabaya rastlamadım on gün boyunca.  Yalnız araç sahiplerinin değil, işyeri, otel, lokanta, her birinin park yeri olması zorunluluğu var.

Adamlar kendi otomobillerini üretiyorlar, ama daha çok satayım , kime olursa olsun satayım, trafikten bunalsalar da geberseler de  daha çok satayım, yeter ki daha çok, daha çok tüketim olsun demiyor.  Sahi, çılgın mı bu Japonlar?

Kimi araçların üzerinde yeşil yaprak , kiminde sararmış yaprak fotoğrafı ya da çıkartması var. İlki, yeni ehliyet  alan sürücüleri, ikincisi 80 yaş üstü sürücüleri  belirlemek ve çevreye “dikkatli olun” demek için.  (Japonya’da yüz yaşın üstünde 250 bin insan yaşıyormuş, onlar otomobil kullanıyorlar mı bilemiyorum…)
Eh ,  bu gibi kurallar, Japon disiplini ve ruhlarına işlemiş olan  “Japon olan her şey bizimdir” düşüncesiyle (“bizim sokaklarımız”, “bizim kentimiz”, “bizim metromuz”, “bizim ağaçlarımız”, “bizim çiçeklerimiz”, “bizim görüntümüz”, “bizim imajımız” söylemiyle ) bütünleşince, elbet ortalıkta ne pespayelik, ne çöp, ne de trafik sıkışıklığı kalıyor!

Çelişkiler egemenliği

Kentin neresine giderseniz gidin, Tokyo’da insanı çarpan  bir özellik de, çelişkiler yoğunluğu… Geleneksel olanla en “modern” olanın iç içeliği, yan yanalığı yalnız mimaride değil, insanların kılık kıyafetinde, davranış biçimlerinde , her yerde her an göze çarpıyor.
Akşam oldu mu, inanılmaz bir neon hücumuna,  ışıklı panolar istilasına uğruyorsunuz.  Meydanlarda dev ekranlardan yayın yapan canlı televizyon, video programları  egemenliğindesiniz.  Ana caddeden on beş adım içeri sapın, kapkaranlık… Gökdelenlerle kaplı bir caddenin paralelindeki ikinci sokağa geçin, tek katlı, geleneksel evler dapadar caddeler…

Her yerde  Mc Donalds ile Suşi Barları yan yana...  En son heavy metal müzik yayınıyla geleneksel müzik yayını, “Karaoke”ler , diskotekle çay seremonisi  bitişik mekanlarda… Diken gibi kabartılmış sapsarı ya da kırmızı saçları, ellerinde bira şişeleri ,   kaşında, burnunda, dudağında ve kulağında metal halkalı gençlerle, kimonoları içinde kıkır kıkır gülüşen, gülerken ağızlarını elleriyle örten genç kızlar, aynı köprü başlarını tutmuş…
Bir yanda robotlar dünyası (sanayide kullanılan robotların çoğunu Japonlar üretiyor) öte yanda  gözünü kırpmadan, açan bir çiçeği saatlerce seyreden Japonlar… Ellerinden cep telefonu ya da  “tamagoçi” oyunları düşmeyen motosikletli  rahipler, din adamları…  En son model bilgisayar dükkanının önüne tezgah kurmuş falcılar… 

Biri nerede başlıyor, öteki nerede bitiyor belli değil. Ama bu da kente müthiş bir dinamizm kazandırıyor.

 

Bence “mucize” olan
Tamam hepimiz duyduk, biliyoruz  “Japon Mucizesi”ni .  İkinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıktıktan, altı yıl müttefiklerin denetiminde kaldıktan sonra , barış antlaşması, yeni anayasa ve bir dizi yapısal reformla, 15 yılda yeniden uluslar arası rekabet gücüne ulaştığını; 1964 Tokyo Olimpiyatlarının,  ülkenin yeniden  uluslar arası arenaya kabulünün  tescili olduğunu; günümüzde , ABD’den sonra dünyadaki ikinci büyük ekonomiye sahip olduğunu , vb…

Ben çocukken, büyüklerin dilinden düşmeyen bu “Japon mucizesi” lafının , İstiklal Caddesi’nden geçen her çocuğun burnunu vitrinine dayadığı, önünden ayrılmak istemediği  “Japon Mağazası”nı tanımladığını sanırdım. Bu sözün , o muhteşem oyuncakçı dükkanını değil de, ekonomik gelişmeyi anlattığını kavramam  daha sonra oldu.

Bugün bile Tokyo sokaklarında  varlıklı yoksul ayırımı gözle görülmüyor, elle tutulmuyor. Bugün bile diyorum, çünkü konuştuğum her Japon’dan ekonomilerinin eskisi gibi olmadığı, duraklama sürecine girildiği  yakınmalarını duyacaktım.

İki ayrıntı: İlki: Her şey ateş  pahası… (Geçelim) … İkincisi:  Bahşiş diye bir şey bilmiyorlar . Kazaen lokantada, kahvede üç kuruş para üzeri bırakacak olsanız  saatlerce arkanızdan koşup geri veriyorlar.  Bahşiş almak da bırakmak da en büyük ayıp! Gerçekten çılgın şu Japonlar ama çılgınlıkları bizimkine pek benzemiyor!
On güne sığdırdığım Tokyo, Kyoto, Nara ve Hiroşima  gezim sonrasında ise  bence mucize  olanı şu üç satırbaşında özetliyordum:

Bugüne dek gördüğüm ülkeler içinde (ki buna Avrupa, Asya, Afrika ve Amerika kıtalarındaki birçok ülkeyi katabilirim) Japonya 

  1. En temiz olanıydı.
  2. Kendimi  en güvende hissettiğim yerdi (ki ortalıkta  ne asker, ne polis, ne jandarma göze çarpıyordu.)
  3. Sona sakladım ama belki de en önemlisi: Estetik bilinci en gelişmiş olanıydı. Bunun ipuçları, önümüzdeki günlerde…)   

Bir çırpıda Japonya

Yüzölçümü: 377,873 kilometre  kare. Üç bin adadan oluşuyor.
Nüfusu: 127 Milyon. (Dünyadaki 9. büyük nüfus) . Başkent Tokyo (nüfus:12 milyon)
Ortalama yaş beklentisi: Kadınlarda 85, erkeklerde 78 yıl.
Din: Yüzde 85 Şinto ve Budist.
Okuma yazma oranı: Yüzde 99
Sevgili okurlar, benden on günlük bir gezi sonunda  Japonya’nın ekonomik analizini beklemediğinizin farkındayım, ancak  izlenimlerimi sizlerle paylaşırken, ekonomik gerçeklerin çok  aydınlatıcı olacağına inananlardanım.  Bu nedenle işte kimi ekonomik göstergeler:
Gayrisafi Yurtiçi Hasıla : 4,301 milyar ABD doları. (OECD, 2003)
Kişi Başına düşen GDP: 34 bin dolar.
GDP sektörel dağılım: Tarım: yüzde 1,4; Endüstri yüzde 31; Servis, yüzde 67.
Toplam Ticaret Değerleri- İhracat: 417,822  milyon dolar. İthalat: 383,304 milyon dolar . İthalatının da ihracatının da yüzde 45’ini QAsya ülkeleriyle yapıyor.)
Enflasyon oranı: eksi %0.3
İşsizlik oranı : Yüzde 5.
Fakirlik düzeyi altındaki nüfus: Yüzde sıfır.

Yarın: Doğa Tutkusu, dinden farksız.

20 Nisan 2006- Cumhuriyet

Paylaş

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Zeynep Oral

Gazeteci , yazar, feminist, İnsan Hakları savunucusu, Barış eylemcisi, STK (Sivil Toplum Kuruluşları) bağımlısı; çok sesli, çok renkli yaşam tutkunu… Halen Cumhuriyet Gazetesi yazarı ve PEN Türkiye Yazarlar Derneği Başkanı. 

Devamı

Sosyal Medya

 
© 2021 Tüm hakları saklıdır.