Menü

Doğa tutkusu , dinden farksız…


21 Nisan 2006 - Zeynep Oral -

“Erik 
çiçek açtığında,
cehennem donar”…

İşte üç satırlık bir “Haiku” … Yazarı 18. yüzyılda yaşamış Kobayaşi İssa…  “Haiku”, Japonların üç dizeden oluşan, kesin kuralları olan, 16 yüzyıldan bu yana süre gelen lirik şiirleri…
Ama Japonya’da yalnız şairler değil, her insan doğaya tutkun, doğayla haşır neşir. Doğa tutkusu, bir dinden farksız.  Hele Kyoto’da bunu daha da iyi kavrayabilecektim. …

Doğa- insan bütünlüğü
“Erik çiçek açtığında cehennem donar.”  Japonya’ya vardığımda aynen öyleydi. Cehennem donmuştu!
“Kirazlar için vakit biraz erken ama erik ağaçlarının çiçek açma zamanına denk geldiniz…”  Karşılaştığım, konuştuğum her Japon’dan bu sözleri ya da benzerlerini duyacaktım.
Bir Japon meslektaşım “Önümüzdeki günlerde Okinava’ya gideceğim” dediğinde, hayrola bir olay mı var diye gazetecilik heyecanıyla telaşlandım . (Okinava, anımsayacaksınız uzun süre Amerikan yönetiminde kalan ancak 1972’de Japonlara geçen, halen Amerikan üslerinin bulunduğu  en güneydeki  ada…) Adam  “Kirazlar, önce orada açar, ona yetişeceğim,” dedi. 
Üç bin adadan oluşan Japonya’nın,  neresinde,  ne zaman hangi ağaç, hangi çiçeği açar, herkes ezbere biliyor. Düğünler, nişanlar, tatiller, geziler, mevsimlere, doğa hareketlerine göre düzenleniyor.
Evet, doğa tutkusu dinden farksız. Zaten ülkedeki en yaygın din “Şinto”  (ötekiler, Budizm, Taoizm ve Konfüçyüs öğretisi)  “Tanrıların Yolu” demek ve bu “yol” doğadan geçiyor.  Tanrılar doğadaki her şeyi, ister canlı ister ölü, her şeyi, aklınıza gelebilecek her şeyi  denetliyor.

Tanrıların yolunu izlemenin bir ön koşul var: Doğaya saygılı olmak…. İnsan da doğanın bir parçası olduğuna göre, insana da saygı kaçınılmaz.
Zaten anlayabildiğim kadarıyla, doğaya saygıyla insana saygı birbirinden hiç mi hiç ayrılmıyor oralarda!  ( Tıpkı bizdeki gibi değil sevgili okurlar!  Japonya günlerimde, henüz bizdeki zehir saçan varil rezilliği ortaya çıkmamıştı ama o zaman bile, yaaa, işte aynen bizdeki gibi diye düşünmekten kendimi alamamış ve kahrolmuştum!)

Ruhun Özgürleşmesi
Tokyo’da günlerim, sokaklar, konferans salonları ve tiyatrolar arasında geçiyor. Müzelere, tapınaklara, saraylara girmeye fırsatım yok ama, tiyatro konferansı, hiçbir yabancıya vermediği kadar, Japon’ları daha yakından tanıma olanağı veriyor bana. Çünkü konferansın katılımcıları da , izleyicileri de ezici bir çoğunlukla Japonlar.

Tokyo’da görebildiğim tek sergi, Ulusal Müzede  açılan  “İkebana” yani çiçek düzenlemesi sergisiydi. Gördüm ama gözlerime inanamadım.  Her yıl yapılan yarışmaya katılan binlerce düzenlemeden  en başarılı yüzü seçilmiş sergileniyordu.  Katılımcılardan biriyle konuşma olanağı buldum . Şöyle dedi:
“Yalnız doğa ve çiçek sevgisi değildir ikebana. Aynı zamanda ruhumuzu özgürleştirmenin bir yoludur.  İkebana, doğaya, doğanın her ayrıntısına , çevreye,  elinizde tuttuğunuz  cisimlere , zamana, emeğe, mekana, ve en önemlisi beş duyunuza  yoğunlaşmaktır. Ruhun özgürleşmesi, ancak o yoğunluktan sonra gelir…”
Sergideki eserlere baktıkça, derecelendirmenin güçlüğünü görüyorum. Açıklamayı yapan atılıyor: “Ama zaten ikebana yapanlar yalnızca kendileriyle yarışırlar, asla bir başkasıyla değil.”
Müzedeki sergiyi, akın akın, ilk okul çocukları da geziyordu. Ruhlarını özgürleştirmek için, başkalarıyla değil,  yalnız ve yalnız kendileriyle yarışmayı öğrenebilmek için, doğayı daha da iyi tanımak için, estetik zevklerini geliştirmek için…

Çok geçmeden, yalnız ikebana’nın değil, o dillere destan  bahçe dzenlemelerinin, çay seremonilerinin,  ve daha nice geleneksel sanatın  ruhu özgürleştirme çabasından başka bir şey olmadığını anlayacaktım.

Japonların beden dili

Japonya’ya ilk kez gittiğinizde şaşmadan edemiyorsunuz. Japonlarda beden dili apayrı ve çok önemli bir yer tutuyor. Yabancıların buna alışması biraz zaman alıyor…
-Karşılıklı iki Japon’un sırayla bir birinin bir ötekinin, ha bire eğilip kalktığını , ilk gördüğümde ben de şaşırdım. Yalnızca bir baş eğmesi değil, belden aşağı 90 derece eğilip doğruluyorlar.  Sonra öğrendim. Buna “Ojigi” deniyor. Karşılaştıklarında  selamlaşmak için, ayrılırken vedalaşmak için, arada teşekkür etmek ya da özür dilemek için yapıyorlar…  Genç olan daha yaşlı olanın önünde,  İş yaşamında  daha yüksek mevkide olanın önündeki daha çok eğiliyor.  

-El sıkışmak yok. Tek tük gençler dışında , elele dolaşan hiç görmedim. Birbirlerine dokunma adeti yok.  Rehberimden ayrılırken, kadına sarılıp iki yanağından öptüm , şaşkınlıktan  düşüp bayılacak gibi oldu!

-Her şeyi iki elle tutup uzatıyorlar. Çiçeği, kitabı, paketi, kağıt parayı, karviziti… (kartvizit  değiş dokuşu, el sıkışmak yerine geçiyor neredeyse). Nedeni, olsa olsa canlı olsun olmasın her şeye ve karşısındakine duydukları saygıdan olsa gerek diyorum.
-Seslerini hiç yükseltmiyorlar. (Yine saygı). Öfkelendiklerinde , gözlerini yere indirdiklerine çok tanık oldum. Öfkelerini kusmak, hesaplaşmak için, birlikte içmeye giderlermiş.  Zaten yüksek sesle konuşan Japonlara ancak meyhanelerde rastladım

Gülümsemenin anlamları
Japonların beden diline devam ediyorum … (Artık ne denli beden dili denilebilirse.) 

- Konuştuğunuz her Japon,  hep gülüyor, gülümsüyor.  Gülmek, gülümsemek karşısındakinin rahatlatmanın, nazik ve terbiyeli olmanın yolu.  Ama aynı zamanda “bilmiyorum” ya da “anlamadım” demenin de bir yolu.  Her yerde tüm sokak adları, tüm ilanlar, her şey, Japonca ve İngilizce yazılı, ama İngilizce bilen çok az. İngilizce biliyorum diyeni de,  anlamanız çok zor.

-Japonca’da “hayır” sözcüğü yok. O nedenle hayır demek için de, sıkıntılarını gizlemek için de gülüyorlar.
-Sokakta bir adres soruyorum. Birinci, ikinci, üçüncü , dördüncü sorduğum da bilmiyor ama aralarında yarım saat Japonca tartışıp , beni dört ayrı yere sürüklüyorlar. Sonunda kocaman gülümsüyorlar… Yani “özür dileriz” demek oluyor.
-Bir tiyatro okulu öğrencisiyle buluşacaktım; randevuya  söylediği saatten ya dört ya beş dakika geç geldi. Kızcağız , karşımda ölecek sandım . Yanakları al al olmuş, binlerce kez önümde eğilip kalktı , tam yirmi dakika özür diledi. Hep gülerek gülümseyerek…
Beden diline ilişkin son bir gözlem:  

Tiyatroda, sıkıcı ve çok uzun bir oyunun ortasında Japon arkadaşıma çıkalım diye işaret ederken, elimi “burama geldi” gibilerinden boğazıma götürüp kesme işareti yaptım. Tiyatrodan çıktık. Japon arkadaşım, telaşla “işten mi atıldın?” dedi. Haydaaa! Bunlar da mı biliyor Milliyet’ten kovulduğumu , yoksa şimdi de Cumhuriyet’ten mi atıldım derken kız açıkladı: Japonya’da eliyle boğazı kesme işareti yapmak, işten kovulmak anlamına gelirmiş!
Yeryüzü farklı kültürlerle dolu. Elbet, her farklı kültürün farklı bir beden dili olacak!

Tokyo’da bir mücevher: Türkiye Büyük Elçiliği

Modern Japon mimarisinin en büyük  isimlerinden biri, hiç kuşkusuz Kenzo Tange. (1913-2005) Tokyo, onun birbirinden değerli eserleriyle dolu. Sayısız öğrenci yetiştirmiş,  dünyanın bir çok yerine  eserleriyle damgasını vurmuş, Japon mimarisini modernleştiren Kenzo Tange ‘nin Tokyo’daki  Türkiye Büyük Elçiliğini yaptığını bilmiyordum, Japonya’ya gidince öğrendim.

Tokyo’nun orta yerinde mücevher gibi bir yapı.Dört katın ikisi toprak altında, ikisi üstünde. Bahçeler, sular, havuzlar, metaforlarla modern bir peri masalı gibi…  Kenzo Tange,  kentin göbeğindeki bu alanın Türkiye’ye ait olduğunu öğrenince, eski Türk elçilik binasının kapısını çalmış ve buradaki yeni elçilik binasını  yapmak istediğini söylemiş. (70’li yıllar) Adamı tanıyan yok. Türk yetkililer, Ankara’ya başvurmuş. Dış İşleri’nin mimarlık bürosu , aman bu adam çok önemli sakın kaçırmayın demiş  de yapı öyle ortaya çıkmış. Ama yapı tamamlandığında iç mekanları da düzenlemek isteyen Kenzo Tange’ye, “yeter bu kadar, gerisini biz yaparız” denmiş. Usta Mimar, bozulmuş, bir daha adımını elçiliğe atmamış!
Ah bizimkiler  bilselerdi ki, Kenzo Tange’ye göre “gelenek, bir amaç değildir, yalnızca yaratıcılık sürecinde bir araçtır” , elbet Türk Elçiliğinin içini de düzenlemesini de ondan istenebilirdi ve çok da iyi olurdu! .

Bugün Japonya’nın Türkiye büyükelçisi Solmaz Ünaydın göreve gelir gelmez, ilişkileri düzeltmek yolunda kolları sıvamış, hem iç mekanları fazlalıklardan arındırmış, hem de Tange’nin varislerini, çocuklarını  davet etmiş , elçiliğin kapılarını açmış… Solmaz Ünaydın’a tek sözcükle hayran kaldım. En çok da enerjisine ve etrafına saçtığı karizmaya…  Onu tanıdığım akşam, Elçilikte Japon bir piyanist konser veriyor, dünyanın dört bir yanından diplomatlar, bu eşsiz yapıyı geziyor, büyükelçiye ve Türkiye’ye övgüler yağdırıyordu. 

Yarın: Güzellik eşittir uyum

21 Nisan 2006 - Cumhuriyet

Paylaş

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Zeynep Oral

Gazeteci , yazar, feminist, İnsan Hakları savunucusu, Barış eylemcisi, STK (Sivil Toplum Kuruluşları) bağımlısı; çok sesli, çok renkli yaşam tutkunu… Halen Cumhuriyet Gazetesi yazarı ve PEN Türkiye Yazarlar Derneği Başkanı. 

Devamı

Sosyal Medya

 
© 2021 Tüm hakları saklıdır.