Menü

Bu da başka “Kopenhag Kriterleri”


26 Kasım 2009 - Zeynep Oral -

TRT Türk’de (eski “TRT int.”in adı artık böyle) bir program yayınlanıyor. Bir kent, o kentte yaşamış bir sanatçı aracılığıyla anlatılıyor. Örneğin kısa bir süre önce Ataol Behramoğlu, Dostoyevski aracılığıyla St. Petersburg’u; Derya Alabora, Kafka aracılığıyla Prag’ı (vb) anlatmıştı...

Programı hazırlayan “Dipnot” kuruluşu benden de öneri isteyince aklıma gelen nice kent ve sanatçıyı sıraladım. (Moskova’yı, Nazım Hikmet’le, Dublin’i James Joyce’la, vb…) Çeşitli nedenlerle onlar olmadı, Kopenhag’ı Hans Christian Andersen’la anlatmak önerim kabul gördü.

İki gün boyunca Kopenhag’da bir yandan kış ,yağmur, iliklere işleyen bir soğuk, insanın ayağını yerden kesen bir rüzgar; öte yandan, hele bir göründü mü, ortalığı renk cümbüşüne dönüştüren güneş; ikisi ortasında masalları 150 dile çevrilen, yoksulluktan zenginliğe basamakları hızla tırmanan Andersen’le cebelleşip durduk…

Masalcıların masalcısı diye bilinen Andersen’le gezintiyi yarına , bayram sabahına bırakıp kente bakıyorum:

BİR KENTİN KENT OLABİLMESİ

Kopenhag denince: Bir zamanlar dilimizden düşmeyen “Kopenhag kriterleri”, İslam dünyasının hassasiyetlerinin yok sayılması, “madeniyetler savaşı”nın körükleyicisi rolünü benimseme… Hep bunlarla anılır olmuştu Danimarka’nın başkenti. Bir de “doğa dostu”, “çevre bilinci en gelişmiş” gibi sıfatlarla…

Sanat ve kültür açısındansa, benim için Kopenhag her şeyden önce mimari ve tasarım harikaları yaratan bir kent. Ayrıntılara girmeye olanak yok ama bu kısacık gezi bana bir kenti kent yapan farklı “Kopenhag kriterlerini” tanıttı… Şöyle ki:

Mimari yaratıcılık önce kamu binalarında dikkati çekiyor. Çarpıcı olan da bu! Son birkaç yılda yapılan Milli kütüphane , Devlet Operarı, Devlet Tiyatroları, devlete ait dev müzeler hepsi birer mimari şaheser!

Daha önce müzeleri yok muymuş, opera konser salonları yok muymuş demeyin. Elbet var. Hem de yüzlerce yıllık.

Yenilerini yapıyorlar!

Hem de eskiyi yıkmadan! (AKM’yi yıkmak isteyenler lafım size gidin biraz dünya görün!!!)

Ülkemde neden en kötü en çirkin yapıların kamuya ait binalar olduğunu biri bana anlatabilir mi acaba?

İkinci çarpıcı nokta: Her yapıda, , şu tarihte şu evde falanca oturdu; şu kahvede filanca kahve içti diye bir tabela bulunuyor. Okul çocuklarının o tabelaların önüne dakikalarca dikilip, öğretmenlerini dinlediklerini görüyorsunuz.

Özetle kentin kent olabilmesi için geçmişle bugün arasındaki bağlantı sürekli canlı tutulup, yeni kuşaklara aktarılıyor!

BENİM CANIM EDİRNE’M

Bu dediklerin bir buçuk milyonluk Kopenhag’da olur, sen gel de 15 milyonluk İstanbul’unda uygula demeyin sakın! Elbet yapılabilir!

Peki çok daha küçük nüfuslu bir kentten örnek vereyim:

Geçen hafta sonu birkaç arkadaş sırf Mimar Sinan’ın Selimiye’sini, köprülerini , çarşılarını yeniden görüp, gözlerimizin pasını silmek, estetik bilincimizi bilemek için Edirne’ye gittik.

Cıvıl cıvıl, tertemiz, güleryüzlü bu kent özellikle hafta sonları, Yunanistan ve Bulgaristan’dan gelen turistlerle ya da Edirne esnafının deyişiyle “komşularla” doluyor.

Kaldığımız Kervansaray Otelinde yabancılara burayı kimin yaptığını biliyor musunuz diye soruyorum. Hayır hiç biri bilmiyor… Ayrıca burası Ağa Han restorasyon Ödülünü kazanmıştı. Bunu da bilmiyorlar…

Kaldıkların oteli Mimar Sinan’ın yaptığını bilmiyorlar. Çünkü ilaç için bir levha bile yok!

El insaf!

Acaba orada yaşayan vatandaşlarımızın kaçı biliyor? Bilmiyorlarsa nasıl beklersiniz yaratıcı olmalarını?


Cumhuriyet- 26 Kasım 2009

Paylaş

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Zeynep Oral

Gazeteci , yazar, feminist, İnsan Hakları savunucusu, Barış eylemcisi, STK (Sivil Toplum Kuruluşları) bağımlısı; çok sesli, çok renkli yaşam tutkunu… Halen Cumhuriyet Gazetesi yazarı ve PEN Türkiye Yazarlar Derneği Başkanı. 

Devamı

Sosyal Medya

 
© 2021 Tüm hakları saklıdır.