Menü

22 Yıl Sonra Hindistan ve Katmandu (2)


03 Nisan 2002 - Zeynep Oral -

Ganj Sularında Temizlenmek ve Ölmek...

Tanrıların anası, Ana Tanrıça Ganj nehri , sizin bildiğiniz gibi yeryüzünde değil, gökyüzünde, cennette akardı bir zamanlar. Kral Bgahirat baş tanrı, herşeyi var eden Brahma'ya yalvardı yakardı, Ganj'ı yeryüzüne indir diye. Ama bir tehlike vardı. Ana Tanrıça kozmik gücüyle yeryüzüne inerse, dünyayı sellere boğup yok edebilirdi. (Alışın artık, Hindistan'da her şey kozmik!) İmdada bir başka tanrı, Şiva yetişti. Hani yok eden, yeniden yaratmak için yok eden tanrı Şiva... Ana Tanrıça, gökyüzünden yeryüzüne inerken , Şiva ona saçlarını uzattı. Ganj Nehri, Şiva'nın saçlarının ormanında usulcacık yeryüzüne indi (Orta Himalaya'larda bir yerde) Ve Şiva'nın anayurdu Varanasi'ye geldiğinde, burayı öyle beğendi ki , kavisler çizerek oyalanıp durdu, kentten ayrılmadan önce gerisin geriye dönmeye bile kalktı ve sonunda Bengal Körfezine doğru yöneldi.
Kutsal kentte
Varanasi'deyim. Ana tanrıça Ganj, yeryüzüne indiğinden beri Hindu ve Budistlerin en kutsal kentlerinden biri... Yeryüzünün sürekli yerleşimi olan en eski kentlerinden biri . İlk kutsal kitap Veda'lar tanığımdır ( İ.Ö.1500) Başka adı Banares. Aynı zamanda "Işık Kenti" ya da "Öğrenme ve Yanma Kenti" diye anılıyor ("Yanma", yani aydınlanma , bilgilenme , tasavvuf düşüncesindeki pervaneyle ışığı düşünün...) Ülkenin en ünlü iki üniversitesi burada) İki milyon nüfuslu Varanasi, aynı zamanda "ölmeye gelinen kent".
Ganj, (Sanskrit ya da Hindi dilinde, Ganga ) insanı tüm günahlarından arındırıyor. Hem bedeni hem ruhu temizliyor. Tüm hastalıkları yok ediyor. Ana Tanrıça'nın bereketi, doğurganlığı insana geçiyor. Varanasi'ye yaşamda bir kez olsa bile gelebilmek her Hintli için kaçınılmaz. Olmazsa, ölmeye buraya geliyorlar. O da olmazsa küllerinin burada Ganj'a dökülmesini istiyorlar. Ölümden sonra ruhu özgür bırakmanın yolu Ganj'ın sularından geçiyor.
Sabah beşte kalkıp, daha gün ağarmadan, kentin dapadar yollarından geçip, Ganj kıyısına indik. Nehir kıyısı boyunca, suya teraslar halinde inen kat kat geniş basamaklar var. Bunlara "Gat" diyorlar. Ortalık karanlıktı. Gat'larda gördüklerimi aklıma yerleştirmeye çalışıyorum :
Taş basamakların en ucuna , belirli seyreklikte kocaman şemsiyeler konmuş . Şemsiyelerin altında yarı çıplak ya da bir bez parçasına sarılmış , çok yaşlı rahipler. Önlerinde bir mum , küçük bir ışık ya da floresant lamba yanıyor. Kimi boş, bekliyor, kiminin önüne bir iki kişi oturmuş, el falı baktırıyor, konuşuyor, önlerindeki bir kitaptan açıklamalar okunuyor. Bu yaşlılar, gelenlere yol yordam gösteren, güneş doğarken suya gireceklere öğütler veren, derde derman bulan, geçmişi ve geleceği yorumlayan, "muska yazan", tütsü derleyen, "aracılar"...
Şemsiyeler arasında upuzun kamışlar dikilmiş, kamışların tepesinde rengarenk kumaş parçaları sallanıyor...
Her köşede kadınlar çocuklar, yapraklar içinde, minicik sepetler içinde Ganga'ya adanacak, yani güneş doğarken suya bırakılacak çiçekler, otlardan oluşan adaklar hazırlamış , onları 3-5 kuruşa satıyor. Adakların ortasında minik mumlar...
Dakikalar geçtikçe kıyıya inen insanlar çoğalmaya başladı.
Biz, onların arasından sıyrılıp, kıyıda bekleyen mavnaya benzeyen koca kayıklardan birine bindik. Kürekçi, küreklere asıldı. Kıyıdan çok az uzaklaşıp, Ganj'ın üzerinde kaymaya başladık. Etrafta sonsuz bir sessizlik vardı. Suları yaran küreklerin, küreklerin ucundan damlayan suların sessizliğinde kayıyorduk... Elimizdeki , mumları yanan adakları usulca suya bıraktık. Kayığın arkasında, karanlıkta ışıktan bir yol oluştu. O yolda, herkes kendi düşlerine, kendi dileklerine daldı...
Güneş doğarken
Kıyıdan biraz uzaklaşınca kentin silueti daha bir çıkmıştı ortaya... Yüzlerce, binlerce tapınağın, stupanın , sarayın kuleleri, önümüzden geçip gidiyordu. Kıyıda kimi yerler yüksek taş duvarlarla örülmüştü .
Derken güneş doğmaya başladı. Kıpkırmızı, kocaman güneş, karşı kıyıdaki ovanın üzerinden yükselmeye başladı. Bizim kıyı hareketlendi. insanlar suya girmeye başladı. Rengarek uçuşan sariler, çıplak bedenler, çocukların saçları, kadınların altın bilezikleri, gümüş hızmaları, halhalları, tapınakların tepeleri, sarayların kuleleri, duvarların taşları , şemsiyeler , hepsi, her şey , güneşin ilk ışınlarını kuşanıp parıldamaya başladı...
İnsanlar yarı bellerine kadar suya girdiler. Önce suyu "kırmak" ya da "yarmak"la işe başlandı. Hindu usulü selam ("Nameste") gibi iki avucunuzu birleştirip suya daldırıp, suyla birlikte avuçlarınızı başınıza kaldırıp suyu bırakıyorsunuz. Ana Tanriçaya "Senden aldığımı sana veriyorum" diyorsunuz. Bu işi kap kaçaklarla da ha bire üst üste tekrarlayanlar vardı.
Sonra Ana Tanrıçanın sularında dua edip yıkandılar. Giysilerini yıkadılar, çocuklarını yıkadılar , çamaşırlarını yıkadılar, hayvanlarını yıkadılar. Tamam Ganj'ın suları sulfurluymuş, mikrop tutmazmış ama yine de... Sonra, tapınaklardaki çanlar çaldı, çemberler döndü. Sonra rüzgarda ve güneşte rengarenk uçuşan sariler, giysiler kurutuldu. Boyunlara çiçekten kolyeler asıldı. Daha çok, daha çok tütsü ve minik ateşler yakıldı. Ortalığı duman sardı. Ama asıl dumanın kaynağı ilerde. Odun yığınlarının olduğu yerde...
Ateş, kül, duman
Kayık gezisi bitip, yeniden karaya çıktığımızda, dumanın en yoğun olduğu yerdeydik.
Burası ölülerin yakıldığı yer. Varanasi'de ölecek kadar şanslı olanlar doğrudan cennete gidecekti. Bir yanda odun yığınları , öte yanda yükselen duman. Havada ağır bir koku... İnsanoğlunun yanıp kül olması kolay değil. Saatler sürüyor. Sonuçta bir avuç kül... Pat diye oracıkta Ganj'a dökülüyor.
Ölü yakma işini yapanlar Dokunulmazlar ya da Tanrı'nın çocukları. Ailenin erkeklerinin gözetimi altında. Kadınlar daha uzaktan seyrediyor. Onlarda yas rengi yok. Yalnız yakılma işlemi bittikten sonra ölünün en yakınları, erkekler başlarını kazıtıyor. O nedenle çevrede bol bol açıkta berber var...
Gat'ların arkasındaki dapadar sokaklara dalıyoruz. İki kolunuzu yana açıp yürüyemeyeceğiniz darlıkta... Karşıdan bir inek gelirse yandınız. Geliyor da... Hayvan pisliklerine ya da çöplere basmamaya çalışarak ilerliyorsunuz...
Dar sokaklarda her köşede bir tapınak , her köşede Tanrı Şiva'nın simgesi. Binlerce görünümü olan Şivan'ın en yaygın simgesi , erkeklik organı , fallik bir sütun. Üremenin, iktidarın, enerjinin simgesi "lingam" ya da "linga" olarak şekilleniyor. Ama bu simge hiç yalnız değil, hep "Yoni" nin ortasında duruyor. "Yoni" yani dişilik organı, dişil enerji... İkisi birbirini bütünlüyor. Başka yerlerde bu bütünlüğü suyla kutsamaya tanık olmuştum. Varanasi'de sütle kutsuyorlar.
Hayır Varanasi'de karşınıza ansızın çıkan, yanı başınızda beliren cüzamlılar ya da sakatlardan söz etmeyeceğim. Oralara yolunuz düşerse, sizi Varanasi'ye gitmekten alıkoyacak hiç bir şey söylemeyeceğim.
Eğer yolunuz düşerse, Varanasi'ye on kilometre uzaklıktaki Sarnat'a uğramadan dönmeyin. Buda'nın ilk vaazını verdiği , destansı İmparator Aşoka'nın tapınaklarla donattığı ve yeryüzünün belki de en etkileyici Buda heykelinin bulunduğu "Ceylan Parkı" burada.
Cinsellik değil Aşk

Hani dünkü yazımda Ay tanrısı Çandra'yla , güzeller güzeli Hemavati'nin aşk çocuğu Çandravma'dan söz etmiştim...İşte onun soyundan gelen Çandela Krallığı , 900 yılından başlayarak başkent Kacuraho'da mucizeler yaratmış. 10-12 yüzyıllar arasında kurdukları 85 tapınaktan 22'si hala dimdik ayakta.
Kacuraho'dayım. Bir akşam önce izlediğim ses ve ışık gösterisiyle büyülenmiştim zaten. Gündüz gözüyle, hayranlığım daha da artacaktı.
Bütün bu taş tapınakların üzerleri kabartmalarla bezenmiş. Yanlış söyledim. Artık bunlara "kabartma" değil, heykel denir (neredeyse dört boyutlu) . Ayrıca "bezenmiş" değil, mimariyle heykel sanatı içiçe geçmiş , birbirini bütünlemiş, biri ötekini var etmiş. Burada mimarın işiyle, heykeltıraşın ya da taş işçisinin işini birbirinden ayırmak olanaksız.
Sonsuz ayrıntıları içeren bu heykellerde tanrılar, tanrıçalar, yarı tanrılar, insanlar , gerçek ve gerçek dışı mitolojik hayvanlar, (at, aslan fil, maymun, papağan, yarısı at yarısı aslan vb.)hepsi bir aradalar. Ramayana ve Mahabarata destanlarından öyküler, savaşa giden ordular, dansçılar, müzisyenler, güncel yaşamın çeşitli anları ve olayları, hepsi taşlarda.
Ama taşlarda en çok görülen, Batılıların erotik heykel dediği , Hintlilerin "aşk heykelleri" dediği, tanrı ve tanrıçaların, kutsal olan ve olmayan çiftlerin birbirine sarıldığı, flört ettiği, seviştiği sahneler. İster tanrılar tanrıçalar , ister ölümlüler arasında olsun taşlardaki cinsel birleşmelerde pornografik bir durum yok. Kutsal,ulvi, yaşamı, kozmik enerjiyi, kozmik gücü , var olma sevincini , yüceliği, evrenin temel gerçeğiyle bir olmayı kutsayan sahneler.
Bunca çok tapınağın ve bu tür heykellerin çeşitli açıklamaları var. Çandela Krallığının atasına verilen "Ay tanrısıyla Hemavati'nin yasak aşkını tüm dünyaya yayacak ve yüceltecek" vasiyeti bir yana bırakacak olursak , daha mantıklı açıklamaları yine inanç dünyasında, Tantra Hinduizminde ve Kama Sutra'da bulabiliriz.
Tantra Hinduizmi , Veda sonrası Sanskrit metinlerde dile geliyor. Şöyle özetlenebilir: Tek Varlık olan Yüce Gerçeklik'in iki görünümü , Şiva (eril güç) ve Şakti (dişil güç) olarak kabul ediliyor. Evrensel yaratılış için ikisinin birleşmesi adeta dinsel bir ayine dönüştürülüyor. Yoga eğitimiyle belirlenen bu birleşmede cinsel haz değil, Mutlak Gerçeğe, Bir'liğe, Tek'liğe ulaşmaktır amaç.
Kama Sutra ise iki bin yıl önce, Vatsayayana tarafından Sanskritçe yazılmış aşk kuralları kitabı. Çiftler arasında duyarlılığı arttıracak fiziksel birleşme yolunu, yordamını gösteren, birleşmeyi dinsel ayine dönüştüren pozisyonlar...
Taşlardaki ışık
Kacuraho'da tapınaklar arasında dolaşırken en sık karşılaştığım soru şu oldu:
"Kamboçya'daki Angkor tapınakları mı yoksa burası mı daha etkileyici?"
İkisinin ortak yanı heykel işçiliği ve bu heykellerdeki "Apsaras"lar. Khmer'ler'in "Apsaras" dediğine, Hindu'lar "Surasundaris" diyor . Yani tanrı katının kutsal dansçı kızları.... Büyük, çok büyük, yuvarlak dolgun göğüsleri, ince belleri, geniş ve kıvrak kalçaları, zengin takıları, dolgun dudakları , çapkın gülümsemeleriyle burada da taşlarda dans etmeyi sürdürüyorlar.
Angkor mimari ve şehircilik açısından bütünlüğüyle, kapsadığı geniş alan ve evreni simgeleyen yapısıyla çok daha çarpıcıydı. Burada ise tapınaklar birbirinden kopuk, bağımsız ve hep aynı formda. Girişleri alçak, bir bölümden ötekine geçtikçe yükselen, , dördüncü en en kutsal bölüme varıldığında göğe doğru yükselen kuleler... Ancak buradaki taş işçiliği, heykel sanatı çok daha görkemli, özenli, ayrıntılı ve mükemmel. Bir de unutmamak gerek ki, Kaçuraho tapınakları , Angkor'dan 200-30 yıl önce yapılmış.
Kacuraho'dan ayrılmadan önce bir de Cayna'lardan söz etmeliyim. Çünkü onlara en çok burada rastlayacağım söylenmişti.
Hinduisme bir tepki olarak gelişen , çileci bir tarikat Cayna'lar . Bütün canlılara karşı şiddetten arınmaya çalışıyorlar. Elindeki çalı çırpıyla, taşı toprağı , yolları ovaları "süpüren" birini görürseniz, bilin ki Cayna olabilir. Yanlışlıkla bir karıncaya, bir böceğe basıp öldürmeyesiniz diye ortalığı süpürüyordur.
Cayna'lar iki tür. Tepeden tırnağa beyaz giyinenler. Onlara bol bol rastladım. Ve yaz, kış, gece gündüz anadan doğma çıplak gezenler . Bu sonunculara "çıplak" dememek için "gökyüzünü giyinenler" diyorlar. Gökyüzünü giyinenlere hiç rastlamadım. Ama her müzede, her sergide, her kitapta resimlerini gördüm.
Üzerine hiç ama hiç bir şey giymemiş bir kimseye "çıplak" yerine "gökyüzünü giyinmiş" demek, Hintlilerin, inançlarını dile getirmeleri hakkında küçük bir ipucu veriyor sanıyorum.
Kacuraho'yu gece ay ışığında ayrı gezdim, gündüz ayrı gezdim. Gece olsun gündüz olsun Ay tanrısı Chandra hep benimleydi. Heykellerden ışık sıçıyordu.

 

3-4 Nisan 2002

Paylaş

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Zeynep Oral

Gazeteci , yazar, feminist, İnsan Hakları savunucusu, Barış eylemcisi, STK (Sivil Toplum Kuruluşları) bağımlısı; çok sesli, çok renkli yaşam tutkunu… Halen Cumhuriyet Gazetesi yazarı ve PEN Türkiye Yazarlar Derneği Başkanı. 

Devamı

Sosyal Medya

 
© 2021 Tüm hakları saklıdır.