Menü

" Bağdat Günlüğü 1 " Hayır, savaş çıkmayacak !


17 Ocak 2003 - Zeynep Oral -

Bağdat Günlüğü (1)

Herkes kendini inandırmaya çalışıyor:

HAYIR , SAVAŞ ÇIKMAYACAK !


Dünya gündeminin en sıcak noktası Irak için geri sayım başlamışken, dünya ülkeleri, Birleşmiş Milletler, Güvenlik Konseyi'nin alacağı kararını ve Irak'taki silah denetimcilerinin 27 ocakta açıklanacak raporunu beklerken, hem dünyada hem Türkiye'de savaş aleyhtarı tepkiler çığ gibi büyürken, ben Bağdat'taydım.

Bağdat'ta kaldığım bir hafta boyunca , Irak Başbakan Yardımcısı Tarık Aziz, Dış İşleri Bakanı Naci Sabri, bir gün sonra görevinden istifa ettirilecek olan Petrol Bakanı Amir Reşit'le görüşmeleri, sokaktaki sıradan insanların yaşantılarını , oradan yolladığım yazılarla sizlere iletmeye çalıştım. Ama İstanbul'a döndüm döneli Bağdat'ın yüreğimi saran ateşi dinmek bilmedi. Yaşadıklarımın belki de binde birini yazabilmiştim.

Hiçbir savaşın hiçbir soruna çözüm olamayacağı inancı, Bağdat günlerimden sonra, içimde daha da kök saldı,

Şu sıralar tüm medyamız, devlet ve hükümet yetkililerinin, Birleşmiş Milletler sözcülerinin demeçlerinin, olası savaşın kar ve zarar hanesine düşecek dolarların , savaş strateji ve taktiklerinin , askeri hareketlerin, silah yığılmalarının, Musul- Kerkük petrolü hesaplarının, savaş sonrası çıkar varsayımlarının ayrıntılarıyla dolu.

Irak'ta yalnız Saddam Hüseyin yaşamıyor. Irak'ta 26 milyon insan yaşıyor! Ve inanın, o demeçler, hesaplar, stratejiler, taktikler, o insanlara bir şey demiyor. O kin, o öfke, o nefret politikalarının bedelini ödeyeceklerinin bilincindeler yalnızca.

İşte şimdi içimde büyüttüğüm, o insanların sesleri ... Batı medyasına ulaşamayan ya da özellikle yok sayılan sesler...

İnsan yaşamının bedeli nasıl ödenebilir? En kutsal değer olarak bildiğim insan yaşamının pazarlığı olabilir mi hiç! . O pazarlığa girmek ahlaksızlıktan başka bir şey değil.

Bu düşüncelerle, Bağdat günlüğümden kimi bölümler sizlerle paylaşmak istedim:

Bağdat'a giderken

Gece yarısını çoktan geçmiş... Amman Havaalanında acaba Bağdat uçağı kalkacak mı, kalkmayacak mı endişesi içindeyiz. Her an her şey iptal edilirmiş. Hiç belli olmazmış... Artık hiçbir şeyin garantisi yokmuş... Öyle diyorlar.

Margarita Papandreu , Fotini Siyanu (Avrupa İşçi Sendikaları Konfederasyonu , Kadın Komitesi Başkanı) Omaima Rawas (Suriye -Arap Ligi Başkan Yardımcısı) Scilla Elsworthy've ben...

Scilla'yı yeni tanıdım. Fırtına gibi aramıza katıldı. Oxford Research Group- Oxford Araştırma Grubu'nun başkanı. Yaşamını, İngiltere'nin nükleer silah politikasını sorgulamaya, silahsızlanmaya ve şiddet dışı çözümlere adamış, 2001 yılında, üçüncü kez Nobel Barış Ödülüne aday gösterilmiş. Zaten bu yolculuk, onunla Margarita Papandreu'nun tasarısı.

Savaşa alternatif düşünceler üretmek, çeşitli sivil toplum kuruluşlarıyla bunları paylaşıp, öneriler geliştirmek , diyalog kanalları, çözüm yolları aramak... Savaşa karşı tepkiyi çoğaltmak, yaymak, savaşa karşı direnişi güçlendirmek... Mutlak bir yolu olmalı. Silah tacirlerinin yeryüzünü kan gölüne çevirmelerine geçit vermemeli.!

Margarita Papandreu''ya bakıyorum. (Sabaha karşı 4:00) Hiç yorulmuyor. Hiç vazgeçmiyor. Vazgeçmeyecek... Hiç unutmuyorum, Dünyanın iki kutba ayrıldığı soğuk savaş yıllarında hem NATO'yu, hem Varşova Paktı'nı sorgulayan, karşılıklı silah indirimini savunan etkinliklerde yine onun yanındaydım. 80'li yıllarda Brüksel'de ve Varşova'da. .. Taa en başından beri Filistin halkının yanında olan oydu. Irak'a ambargoya hep karşı çıkan oydu. 2000 Yılında yüz kişilik sivil toplum kuruluşu temsilcileriyle ilk sivil uçağı Bağdat Hava alanına indiren oydu... Hayır, hiç vazgeçmeyecekti.

Uçak kalkıyor. İki saatlik yolumuz var...

Bush Ayaklar altında

Birinci Gün : Sabah yedide Bağdat'a iniyoruz. Uçak körüğe yanaştı. Kapı açıldı. Tam adım atacağım, yerdeki koskoca yazıyı görüyorum. "DOWN USA" yani "BATSIN ABD" .

Herkes üzerine basıp geçiyor. Belki yolcuların çoğu fark bile etmiyor. Ben, alışmamışım, üzerinden atlıyorum.

Havaalanı yetkililerine bütün cep telefonlarını teslim ediyoruz. Irakta yasak cep telefonu. (Sonradan göreceğim, yalnız polisler, yetkililer kullanabiliyor). Uzun uzun tutanaklar tutuluyor. Çıkışta alacağız.

Bağdat'ta sabah. Kenti tanıyamıyorum. Benim yirmi küsur yıl önce gördüğüm Bağdat böyle değildi. Evet yine her köşede Saddam fotoğrafları, heykelleri vardı ama şimdi kent yoksulluktan dökülüyor. Yıpranmış, orda burada çöpler birikmiş, Bağdat yorgun... Benim önceki gelişimden (1979) en çok anımsadığım sıra sıra gül bahçeleri. Eskiden kent gül kokuyordu. Şimdi yorgunluk ve yoksulluk kokuyor. Çünkü Irak 1990'dan beri ekonomik ambargo altında.

Sonraki günlerde her yerde yapma çiçek bolluğu dikkatimi çekecek. "Koca kentte size sunacak tek taze çiçek bulamadık" diyecek biri...

Bağdat 'ın orta yerinden Dicle nehri kıvrıla kıvrıla akıyor. Üzerinde köprüler, köprü başlarında taklar ... Çok geniş caddeler, yığınla eski mi eski otomobiller, aralarında at arabaları ... Kentin bir ucundan öteki ucuna 80 kilometre gidildiği söyleniyor (biraz abarttılar galiba) öylesine geniş bir alana yayılmış. Geniş caddeler, damsız yapılar arasında insanın gönlüne su serpen hurma ağaçları, palmiye ormanları...

El Rasheed Oteline geldik. Ana giriş kapısında, yerde, zeminde, mermerlerin arasında bir mozaik pano : Baba Bush'un portresi. Korkunç bir portre. İki üç dişi yok, Drakula gibi görünüyor. Kocaman. İsteseniz de üzerinden atlayamazsınız. Artık ayağınız nereye rast gelirse, kulağına, yanağına, burnuna basıp geçiyorsunuz, eğer otele girmek istiyorsanız... Altında "Bush bir Canidir" yazısı.

Günlerden Cuma . Her yer tatil. Irak'ta randevularımızı sağlayacak Irak Barış, Dostluk ve Dayanışma Derneği'nin Başkanı Dr. Abdülrazzak El Haşimi , bugün hiçbir yetkiliyle görüşemeyeceğimizi bildiriyor. Nereye istersek gidebiliriz. Yanımıza verdiği bir rehberle yola düşüyoruz. Gazeteci ya da STK temsilcisi, hiç fark etmiyor, yanınıza mutlak bir "rehber" takılıyor. Ondan kurtuluş yok.

"Gibi yapmak"

Kentin en dikkat çekici özelliği, insanlar arasında varlıklı varlıksız ayırımının göze çarpmaması. Herkes "yoksul" görünümlü. Tatil günü olduğu için herkes sokakta. Yollar çok kalabalık.

Bu kalabalığı görünce dün akşam uçakta konuştuklarımız aklıma geliyor: "Irak halkının yüzde 70'i kentlerde yaşıyor. Olası bir savaş doğrudan sivil halkın yıkımı, katliamı olur."

Kentin en işlek çarşı pazar yerine gidiyoruz. Karşımızda görkemli Al- Kadhimiya Cami. Çevresi kara çarşaflı kadınlarla dolu. (Yıllar önce aynı Cami çevresi böyle değildi) Şiilerin en yoğun olduğu bölge.

Camiden biraz ötede altıncılar çarşısı, geniş caddeye açılan daracık dehlizlerde minicik dükkanlar. Hepsinde başı açık kadınlar, kızlar, kimse bir şey almıyor yalnızca sohbet ediyor. Beş kadın beş ayrı dükkana dağılıyoruz. (Rehber şaşkın...) Maksat sohbet.

Aliya Hanım dört kızıyla gelmiş. Oğlu evlenecek , geline yüzük bakıyor... Savaş mı? "Yooo, savaş çıkmayacak."... Her yerde, tüm kadınların dilinde aynı cümle: "Yok, savaş olmayacak"... Sonunda kızlardan biri dayanamıyor: "Çıksa da çıkmasa da biz savaş çıkmayacakmış gibi yaşamaya mecburuz" diyor. "Yani, sorun yokmuş gibi, savaş çıkmayacakmış gibi yapıyoruz"...

"Yoksullukla savaştayız"

Bir başka dükkanda :"Savaşın çıkıp çıkmayacağını biz ne bilelim, bilse bilse Allah bilir" diyorlar.

Yolda, çocuklu iki kadın bana Amerikalı mısın diye soruyor. Hayır Türküm deyince boynuma sarılıp öpüyorlar. (Bizdeki Kerkük-Musul hayallerini, "bir an önce şu savaş olsun bitsin de işimize bakalım" hesaplarını bilmiyorlar herhalde.) Havadan sudan konuşuyoruz. Sonra, "Yok Amerikalı da olsan fark etmez , bizim düşmanımız Amerikalılar değil, başkanları Bush" diyor biri. (Bu sözü sonraki günlerde tüm yetkililerden duyacaktım ama doğrusu "sokaktaki insan"dan beklemiyordum.) Öteki, "bak mesela biz Amerikan filmlerine bayılırız, hep seyrederiz" diyor. Yalan değil, televizyon kanalları onlarla dolu.

Bir başka dükkanda, biri "Daha ne savaş çıkacak. Biz zaten yirmi yıldır savaştayız" diyor. Dükkan sahibi atılıyor: "Açlıkla, yoklukla, yoksullukla savaştayız" diye düzeltiyor.

Bir dükkan sahibi, işlerin durgunluğundan yakındıktan sonra, bana değil, Iraklı bir kadına şöyle diyor: "Ah bunlar bizim eski halimizi bir bilseler. Böyle açlık, yoksulluk utanç içinde yaşamaya ambargo nedeniyle mahkum olduğumuzu bir anlasalar..."

Savaştan önce 32 Irak dinarı olan yüz doların, bugün 180 bin dinar olduğunu, milletin her şeyini köşe başında satmaya çalıştığını, sözün arasına sıkıştırıveriyorlar.

Yanımdan çocuk orduları geçiyor. Gülüp oynamıyorlar. Yalnızca bakıyorlar. Gülen, hep gülmeye çalışan, her şey yolundaymış gibi yapanlar , kadınlar.

Irak, BM kaynaklarına göre, 1990'da refah açısından dünyada 50.sıradaydı. 2000 yılında ise 126. sırada.

Hiç ama hiç sorumlu olmadıkları bir savaşta , en çok acı çekecek, bedel ödeyecek o güzelim kadınların, gülüşleri, gülümsemeleri, savaş olmayacağına kendilerini ve çocuklarını inandırmaya çalışmaları , hiç çıkmayacak aklımdan.

Korkmuyor musunuz sorusuna aldığım yanıt, yalnızca bir omuz silkeleyişi, ve yine bir gülümseme olacaktı. Korku artık dile dökülemeyecek biçimde somutlaşmıştı gözbebeklerinde.

Suç Ortaklığına İsyan:

Otele döndüğümüzde Denis Halliday'le ilk toplantımızı yapıyoruz.

Denis Halliday, Birleşmiş Milletler Genel Sekreter yardımcılığı görevini üstlenmiş , bu kurumda 30 yıl çalışmış, Irak'la kurum arasındaki ilişkileri sürdürmüş, "Gıda için Petrol" programının başında olup, "suç ortaklığına daha fazla dayanamadım" deyip, tüm görevlerinden istifa etmiş, yiğit, sözünü sakınmayan biri.

Bağdat günleri boyunca, hem onunla hem de Bağdat'ta bulunan çeşitli STK temsilcileriyle her akşam toplantı yapıp, topladığımız notları karşılaştırmaya karar verdik.

Denis Halliday'i dinliyorum: "Bakın Körfez savaşından sonra bu ülke açlığa mahkum edildi. Daha 1996'da Albright , beş yüz bin çocuğun açlıktan öldüğünü söyledi. Ki bu sayı gerçeklerin yanında düşük kalır. Irak'ta durum korkunçtu, genel açlık vardı. 1996-97'de Güvenlik Konseyi kararıyla 'Gıda İçin Petrol' programı kuruldu. Başına geçtim, ben, talip oldum. Ancak insan başına ayda 20 sentlik bir hak tanıdılar. Irak a geldim durumu gördüm olacak şey değildi. "

Bu program çerçevesinde Irak kendi petrolünü satıyor. Alacağı para BM' 661 sayılı komitenin New York hesabına yatıyor. Petrole karşılık ihtiyacı olan gıdayı alıyor ve halka dağıtıyor. "Ama örneğin Irak'a Fransa'dan yollanan iki gemi dolusu buğday kurtlu çıkmış, başka ülkelerden kullanılmayacak maddeler gelmiş, Irak'ın karşı çıkma, denetleme, geri çevirme olanağı yok." diyor Denis Halliday.

"Bu program çerçevesinde yardım, -bu nasıl yardımsa- miktarını yükseltmek için savaş vermeye başladım. Eski Genel Sekretere anlatamadım. Kofi Annan'a anlatamadım. Fransız, Rus, Çin Büyükelçilikleriyle görüştüm. Bağdat'ta hazırladığım raporları sundum. Onlar sorunu Güvenlik Konseyine taşıdılar. Yıllık program parasını 4 milyar dolardan on milyar dolara çıkarttılar... Ancak yeterli değildi. Çünkü Irak, petrol gelirinin ancak yüzde 53'ünü kullanabiliyor. Gerisini Kuveyt'e, İsrail'e - düşünün İsrail'e bile savaş tazminatı olarak ödüyor. Ve burada insanlar açlıktan ölüyor"

"Sonunda 1999'da BM'e çıktım, siz burada olanlara seyirci kalırken , sizin yüzünüzden orada çocuklar ölüyor. Hepiniz suçlusunuz. Katillere ortak oldunuz dedim. BM, ABD'den korkuyor. Suç ortaklığına daha fazla dayanamadığım için istifa ettim."

Yerine gelen Hans van Sponeck de bir süre sonra, protesto olarak aynı görevden aynı gerekçeyle istifa edecekti.

İskoç asıllı Denis Halliday, o gün bugün dünyayı dolaşarak, Irak halkına karşı sürdürülen işkenceyi gözler önüne seriyor ve olası bir savaşın 21. Yüzyılda dünyayı sürükleyeceği felaketi dile getiriyor.

Bağdat'taki ilk gecemde "Hayır, savaş olmayacak" diyen kadınların muhteşem gülümsemesiyle , Denis Halliday'in, "Savaş mahkemesine Miloseviç'den önce Baba Bush çıkarılmalıydı." diyen sesi arasında gidip geliyorum.

17 Ocak 2003

Paylaş

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Zeynep Oral

Gazeteci , yazar, feminist, İnsan Hakları savunucusu, Barış eylemcisi, STK (Sivil Toplum Kuruluşları) bağımlısı; çok sesli, çok renkli yaşam tutkunu… Halen Cumhuriyet Gazetesi yazarı ve PEN Türkiye Yazarlar Derneği Başkanı. 

Devamı

Sosyal Medya

 
© 2021 Tüm hakları saklıdır.